Aslında her zaman yalnız olduğumu keşfedişimden olsa gerek, hep yapmadan yazmak istiyorum.
Ama yazacak şeylerim birikse bile, cümleleri toparlayamıyorum. Uzadıkça uzuyor. Saçma bir hal alıyor. Biri de çıkıp demiyor ki bu nedir?
Zorunda bir hal mı aldı acaba bu blog diye düşünmüyorum değil. Neden insanlar bana ‘ne zamandır yazmıyorsun’ dedikleri zaman kendimi suçlu hissediyorum?
Bir soru işareti daha koyarsam kendimi keseceğim. Ama aklımda bunca soru varken işareti koymadan yazı olur mu?
Bir yandan mutlu gibiyim, bir yandan korkunç endişeli. Deliyim gözü kara deliyim ben bence. Tam bunların ortasında da kocaman bir boşluk var. Bazen rakı bile çare olmuyor diyeyim sen anla.
Şimdi böyle söyleyince üzgün, depresif gibi geldim kendime. öyle aklına gelmesin okuyanın... Ben bu duyguları emaneten aldım. Geri vereceğim. Orada bir karışıklık olmasın. Yaşanması gereken her şeyi yaşıyorsak eğer; amaç buysa, yaşıyorum.
Amaç bu değilse bir şeyleri yanlış yapıyorumdur. Sorun değil. Kendim seçtim...
27 Şubat 2014 Perşembe
26 Şubat 2014 Çarşamba
Hay Kompleksinize...
Zihinsel gelişim süreci fasulye bitkisiyle benzeş olan ve evrimsel olarak insana ulaşmasına tanrının mucizesi dışında başka açıklama yapamayacağım nefes alıp, konuşabilen canlılar etrafta gittikçe artmaya başladılar... Başladılar da hepsi mi beni bulur? Seçilmiş insan olmadığımdan emin olduğumdan, hepsi de mi beni buluyor demekten de yorulduğumdan olsa gerek, sayılarının arttığını sonucuna vardım...
Bu yaratıklar çeşitli vesilelerle evrime olan inancımı sarsıyorlar. Bugünlerde ise başıma gelen bu bu yaratıkların kendi kapladıkları alandan daha büyük kompleksleri... Basit bir hayat yaşıyor olmayı garipseyerek, her konuşmada ne kadar komplike, entelektüel olmayı kafamıza kakma çabalarından derin bir kusma hissi geldi...
En basit sohbetlerde sadece “yok” ya da “bilmiyorum” dememek için verilen cevaplar; onları cevap otomasyonuna dönüştürmüş...
Bu yaratıklar çeşitli vesilelerle evrime olan inancımı sarsıyorlar. Bugünlerde ise başıma gelen bu bu yaratıkların kendi kapladıkları alandan daha büyük kompleksleri... Basit bir hayat yaşıyor olmayı garipseyerek, her konuşmada ne kadar komplike, entelektüel olmayı kafamıza kakma çabalarından derin bir kusma hissi geldi...
En basit sohbetlerde sadece “yok” ya da “bilmiyorum” dememek için verilen cevaplar; onları cevap otomasyonuna dönüştürmüş...
Araban var mı? - Geçen ay sattım.
Sevgilin var mı? - Yeni ayrıldım.
Oraya nasıl gideceksin? - Ben bulurum.
Bu filmi izledin mi? - Eleştirmenler tavsiye etmiyor o filmi.
Hiç yurt dışına çıktın mı? - Önümüzdeki yaz Malta Adası’na gidiyoruz arkadaşlarla.
Etmeyin yaa... tamam çok önemlisinizdir de bizim gözümüze bu kadar sokmayın…
Evet / Hayır şeklinde cevaplanabilecek sorulara verilen bu tür yanıtları duyunca gülmemek için zor duruyorum. Tabii ağızlarının ortasına kürekle de vurasım geliyor sayıları biraz attı mı...
Etmeyin gözünüzü sevdiklerim... Değerinizden bir parça kaybetmeyin. üç beş günlük hayat...
25 Şubat 2014 Salı
iki kent, benzer sessizlikler...
Sessizlik parçalanmanın sesidir. Bir maskeden düşen onlarca değişik yüzdür sessizlik. Kimseyi getirmeyen ve kimseye götürmeyen çıkmaz bir yoldur. Bütün doğumlar ve bütün ölümlerdir. Senin her terkedilişin, yetmez, her terkedilişindeki hemen unutuluşundur…
Sokakları ıssız, sessiz ve gri olan bir şehirdir Bursa. Kaldırım taşlarında yalnızlık vardır, gökyüzü buram buram zehir kokar. Eğer Bursa'da bir günlüğüne bulunursanız anlayamazsınız ne demek istediğini, ama Bursa'da yaşamak için Bursa'ya gelirseniz sessizce kulağınıza bir şeyler söylediğini duyarsınız ve bir süre sonra konuşmaya başlarsınız onunla.
Sessizlik, yüreksiz gidişler tarafından umursamadan bırakıldığın harabeler içinde bir başına bütün yönleri kaybetmek, sessizlik, arafta sorgusuz sualsiz cehenneme yaklaşmanın ayak sesidir. Duydum, gözlerimi sıkıca yumdum, gürültü yapmadan öylecene kıpırtısız bekledim, beni farketmeden geçip gitsin istedim, dua ettim, bildiğim bütün duaları ettim.
Altıparmak’tan aşağıya yalnız başına yürümek, Paşaçiftliği’nden gece geçerken ürkmek, Zafer'in önünde eski arkadaşlarla buluşmaktır Bursa. Umudun ve umutsuzluğun aynı anda yaşandığı yerdir Bursa ve en önemlisi herkesin yaşadığı şehirde olduğu gibi biz Bursalılar için de kavgamızın şehridir Bursa.
Sessizlik yaklaştı ve durdu, nefesimi tuttum, asırlar ve asırlar geçti.
Denizi yoktur Bursa'nın doğrudur ama deniz'e bir özlem vardır ki sanki her sokak eskiden Deniz'e çıkıyormuş gibi. O yüzden atlanıp gidilir, Mudanya’ya, Tirilye’ye… Yollarında hep farklı isimlerde olsa orası bizim için biz ne dersek odur.
Sonra, sabaha hiç ulaşmayan gecelerimden birinde, körlüğümün ellerinden tutup beni idrakin cümle kapısına getirip bıraktı sessizliğim. Avluda, eninde sonunda geleceğimi bilen sabırlı ve çilekeş dervişler gibi beni bekleyen gerçekler hilal biçimi sıralanmış fısıltılarıyla, anlat hadi dediler. Anlattım anladığımı.
Kar yağdığında yalnız başına, kapalı trafiğin olduğu caddelerde yürümektir Bursa. Yaşamak ve daha çok yaşamanın diğer bir adıdır Bursa. İlk sevdaların, ilk ayrılıkların, ilk göz yaşlarının şehridir Bursa.
“Gitmesi aslında “bensiz git“ deme cesareti olmadığındandır. Anlar, gülümsersiniz. İçinizde ne kadar İstanbul varsa önüne katarak uzaklaşan siluetini seyredersiniz. Kadim dostlarınız yalnızlık ve hüzün iki elinizden tutar, gidişinde saklı cümleyi duyarsınız birden; “haklıymışsın, ben o uzak derinlere gelemezmişim”.
Herkes ağlar Bursa'da sen, ben, öğrenciler, memurlar, işciler ve Bursasporlular çünkü hepsinin bir derdi vardır.
Umut sizi yolculamaktan bıkkın, bir daha ve yeniden elleri cebinde, omuzlarının arasına kıstırdığı başını sabah serinine teslim ederek uzaklaşırken kıyıdan, son kez baktığınız Galatanın ışıkları sonsuza kadar söner içinizde.
Öyle Avrupa'da kupalar kazanmış, şampiyonlukları müzeye sığdıramayan bir takımı yoktur ama gönüllerin fatihi bir takımı vardır Bursa'nın...
Bir sonbahar akşamının parçalanmış sessizliğine saklanarak çekip gidenler gibi, İstanbul da yokluğunuzun farkına varmaz. Üsküdar ezanları susar, sizsiz telaşlarıyla hayat, Zeyrek’den Haliç’e doğru gözyaşlarınızla birlikte akarken, gün en çok ve belki de yalnız sizin pencerenizden eksilir“.
Ahmed Arif'in Ankara için dediğini biz Bursa’da hissederiz, "Kar altındadır varoşlar, hasretim nazlıdır..." işte onun da söylediği hasretlerin bile nazlandığı, çekindiği bir şehirdir Bursa...
Yine bir şubat sabahı, hiç bitmeyecek sandığı bir sevdaya nasıl uyandığını hatırlar yüreğim. Devamını getiremem, eksiklik içimin sessizliğine saplanır, susarım…
Sokakları ıssız, sessiz ve gri olan bir şehirdir Bursa. Kaldırım taşlarında yalnızlık vardır, gökyüzü buram buram zehir kokar. Eğer Bursa'da bir günlüğüne bulunursanız anlayamazsınız ne demek istediğini, ama Bursa'da yaşamak için Bursa'ya gelirseniz sessizce kulağınıza bir şeyler söylediğini duyarsınız ve bir süre sonra konuşmaya başlarsınız onunla.
Sessizlik, yüreksiz gidişler tarafından umursamadan bırakıldığın harabeler içinde bir başına bütün yönleri kaybetmek, sessizlik, arafta sorgusuz sualsiz cehenneme yaklaşmanın ayak sesidir. Duydum, gözlerimi sıkıca yumdum, gürültü yapmadan öylecene kıpırtısız bekledim, beni farketmeden geçip gitsin istedim, dua ettim, bildiğim bütün duaları ettim.
Altıparmak’tan aşağıya yalnız başına yürümek, Paşaçiftliği’nden gece geçerken ürkmek, Zafer'in önünde eski arkadaşlarla buluşmaktır Bursa. Umudun ve umutsuzluğun aynı anda yaşandığı yerdir Bursa ve en önemlisi herkesin yaşadığı şehirde olduğu gibi biz Bursalılar için de kavgamızın şehridir Bursa.
Sessizlik yaklaştı ve durdu, nefesimi tuttum, asırlar ve asırlar geçti.
Denizi yoktur Bursa'nın doğrudur ama deniz'e bir özlem vardır ki sanki her sokak eskiden Deniz'e çıkıyormuş gibi. O yüzden atlanıp gidilir, Mudanya’ya, Tirilye’ye… Yollarında hep farklı isimlerde olsa orası bizim için biz ne dersek odur.
Sonra, sabaha hiç ulaşmayan gecelerimden birinde, körlüğümün ellerinden tutup beni idrakin cümle kapısına getirip bıraktı sessizliğim. Avluda, eninde sonunda geleceğimi bilen sabırlı ve çilekeş dervişler gibi beni bekleyen gerçekler hilal biçimi sıralanmış fısıltılarıyla, anlat hadi dediler. Anlattım anladığımı.
Kar yağdığında yalnız başına, kapalı trafiğin olduğu caddelerde yürümektir Bursa. Yaşamak ve daha çok yaşamanın diğer bir adıdır Bursa. İlk sevdaların, ilk ayrılıkların, ilk göz yaşlarının şehridir Bursa.
“Gitmesi aslında “bensiz git“ deme cesareti olmadığındandır. Anlar, gülümsersiniz. İçinizde ne kadar İstanbul varsa önüne katarak uzaklaşan siluetini seyredersiniz. Kadim dostlarınız yalnızlık ve hüzün iki elinizden tutar, gidişinde saklı cümleyi duyarsınız birden; “haklıymışsın, ben o uzak derinlere gelemezmişim”.
Herkes ağlar Bursa'da sen, ben, öğrenciler, memurlar, işciler ve Bursasporlular çünkü hepsinin bir derdi vardır.
Umut sizi yolculamaktan bıkkın, bir daha ve yeniden elleri cebinde, omuzlarının arasına kıstırdığı başını sabah serinine teslim ederek uzaklaşırken kıyıdan, son kez baktığınız Galatanın ışıkları sonsuza kadar söner içinizde.
Öyle Avrupa'da kupalar kazanmış, şampiyonlukları müzeye sığdıramayan bir takımı yoktur ama gönüllerin fatihi bir takımı vardır Bursa'nın...
Bir sonbahar akşamının parçalanmış sessizliğine saklanarak çekip gidenler gibi, İstanbul da yokluğunuzun farkına varmaz. Üsküdar ezanları susar, sizsiz telaşlarıyla hayat, Zeyrek’den Haliç’e doğru gözyaşlarınızla birlikte akarken, gün en çok ve belki de yalnız sizin pencerenizden eksilir“.
Ahmed Arif'in Ankara için dediğini biz Bursa’da hissederiz, "Kar altındadır varoşlar, hasretim nazlıdır..." işte onun da söylediği hasretlerin bile nazlandığı, çekindiği bir şehirdir Bursa...
Yine bir şubat sabahı, hiç bitmeyecek sandığı bir sevdaya nasıl uyandığını hatırlar yüreğim. Devamını getiremem, eksiklik içimin sessizliğine saplanır, susarım…
22 Şubat 2014 Cumartesi
Özgürlüğün peşinde koşmak...
1913 yılının 7 Kasım günü Cezayir
kıyılarından yüz km. kadar içerde küçük bir kasabada bir
erkek çocuk dünyaya gelir. Adını Albert koyarlar. Annesi İspanyol
ırkından gelme, okuma yazması olmayan bir temizlikçi, babası
Lucien ise ziraat işçisidir. Aradan iki yıl geçmeden Lucien, I.
Dünya Savaşı’nda cepheye sürülerek bir Fransız sömürgesinde
yaşamanın bedelini hayatıyla ödeyecektir. Cezayir’in
Pied-Noir’larına mensup Albert’in ailesi yine aynı topraklarda
yaşayan amcasının yanına sığınır. Kasap olan amcası zeki bir
insandır, onun himayesinde Albert edebiyat dünyasıyla tanışır.
İlköğrenim döneminde başarılı olunca lise tahsili için burs
kazanır. Ardından Cezayir Üniversitesi’nde Felsefe eğitimi
almaya başlar. O yıllarda para kazanmak için çeşitli işlerde
çalışmakta, aynı zamanda da futbol oynamaktadır. Üniversite
takımının da kalecisidir. Geçirdiği ağır verem spor hayatını
sona erdirir.
Albert Camus üniversite eğitimini
tamamladığı sırada bohem bir aktris olan Simone ile evlenir.
Ancak morfin kullanan ve kendisine ayak bağı olan eşinden kısa
zamanda ayrılacaktır.
“Bir yazar her şeyden önce
okunmak ister, aksini iddia edenlere hayranlık duyalım, ancak
inanmayalım.”
Camus’nün ilk yayınlanan eseri,
derlenmiş makalelerinin yer aldığı Tersi ve Yüzü (1937) adlı
kitaptır. Bir yıl sonra Fransa’ya taşınır. İki yıl boyunca
Cezayir Yönetimi adına Fransız neşriyatını takip etmekle
görevlendirilir. Böylece hem güvenli bir gelire kavuşmuştur hem
de çok sevdiği edebiyat dünyasına gönlünce vakit
ayırabilecektir. O yıllarda tanıştığı bir Fransız piyanist
olan Francine Faure ile evlenir.
Camus, yazar olmanın dışında
hayatının belli bölümlerinde tiyatroya büyük yakınlık duyar.
Paris’teki ilk yıllarında bir tiyatronun sahibidir. Sahnede rol
alır, yönetir, oyunlar yazar. İlk tiyatro eseri 1938 yılında
kaleme aldığı Caligula’ dır. Cinnet getiren bu Roma
İmparatorunun dramını konu etmesi nedeniyle absürdizmin bir
savunucusu olarak nitelendirilecektir. Absürdizmi, herhangi bir
mutlak yaratıcı olmadığı varsayımıyla, insanlığın bu
evrende bir anlam bulma arayışının eninde sonunda başarısız
olacağını iddia eden felsefi bir düşünce akımı olarak
tanımlayabiliriz. Tanımlarla, belirleyici kalıplarla sınırlanmış
düşünce akımlarından hayatı boyunca uzak duran Camus “Eğer
hiçbir şey bir anlam ifade etmeseydi haklı olabilirdiniz. Ancak
hâlâ bir anlamı olan şeyler var hayatımızda” diyerek bu
sınıflandırmaya da karşı çıkmıştır.
Camus’nün ilk yankı uyandıran
çıkışı 1942 yılında yayınlanan Yabancı adlı romanıyla
gerçekleşir. Hikâyenin ana karakteri annesinin ölümünü
telgrafla haber alıp cenazeye giden Cezayir asıllı Fransız
Meursault’dur. Hiçbir duygusal tepki göstermeyen genç erkek,
davranışlarıyla toplumdan tümüyle kopmuş gibidir. Kız
arkadaşını dövmekten ya da kumsalda gördüğü bir Arabı
nedensiz yere öldürüp şarjörde kalan kurşunları da cesedin
üzerine boşaltmaktan rahatsızlık duymaz. Tutuklanır, yargılanır,
ölüme mahkûm edilir. Ölmeden önce ziyaretine gelen din
görevlisine de bağırmaktan geri durmaz. Bir açıdan dürüst bir
insandır, zira düşüncelerini tüm açıklığıyla dışarı
vurmakta, kimseyi kandırmamakta ve kimsenin de kendisini yargılamaya
hakkı olmadığını savunmaktadır.
Hem tepki alan hem de edebi çevrelerde
ilgi uyandıran bu eseri Camus’nün bir varoluşçu olarak
tanımlanmasına neden olur.
“Mutluluk bir insanın kendisi ile
yaşadığı hayat arasındaki basit uyumdan öte ne olabilir ki?”
Aynı yıl absürdizmi incelediği yüz
yirmi sayfalık Sisifos Söylemi denemesi yayınlanır. “Felsefede
tek bir önemli soru mevcuttur: İntihar. Hayatın yaşamaya değer
olup olmadığı felsefenin cevap vermesi gereken en temel sorudur.
Diğer soruların tümü ardından gelir.” Camus, bu sorunun
cevabını da kendisi vermektedir. “Hayır, intihar çözüm
değil, başkaldırmak gerek…”
“Özgür basın iyi ya da kötü
olabilir, ama özgürlük olmayınca basın ancak ve ancak kötü
olacaktır.”
Artık II. Dünya Savaşı başlamıştır.
Geçirdiği verem nedeniyle Camus askere alınmaz. Paris Nazi
ordularınca işgal edilince, çalıştığı Paris-Soir gazetesi
yazarlarıyla birlikte, iki yaşındaki ikizlerini ve eşi Francine’i
de yanına alıp Bordeaux’ya taşınır. Bir süre sonra da Fransız
Direniş grubuna katılıp Combat adlı yeraltı gazetesinde
editörlük yapmaya başlar. Önce Paris’i Almanlardan kurtaran
Amerikalıları alkışlayacak, ardından Nagazaki ve Hiroşima’ya
atom bombası atan Amerika’yı sonuna kadar eleştirecektir.
Savaşın ardından ticari bir hüviyete
bürünen Combat’tan ayrılır. Artık politikaya, gazeteciliğe ve
tiyatro tutkusuna sınır koyacak, sadece yazmaya yoğunlaşacaktır.
En ünlü eserlerinden biri olan Veba, 1947’de yayınlanır.
Roman, geçmişinde benzer vakalar
yaşanmış olan bir Cezayir kentinde, Oran’da, aniden ortaya çıkan
bir veba salgınını anlatır. Bir yanda bir süre giriş-çıkışların
yasaklandığı şehirde hapis kalan insanların yaşamla mücadelesi,
öte yanda doktorların bu kaotik ortamda gösterdikleri farklı
yaklaşımların irdelenmesi, kendisinin karşı çıkmasına rağmen,
Albert Camus’nün bir varoluşçu olarak etiketlenmesine yetmiştir.
1949 yılında Camus yeniden tiyatroya
döner ve 1905 yılında isyancıların öldürdüğü bir Rus
aristokratının hikâyesini konu eden bir senaryosu yayınlanır:
Les Justes. İki yıl sonra yayınlanan "Başkaldıran İnsan"
adlı denemesinde Avrupa tarihinde vuku bulan isyanları ve toplumsal
devrimleri ele alır. Ve nihayet 1956 yılında, hayattayken
yayınlanan son eseri olan Düşüş adlı romanı okurlarıyla
buluşur.
1957 yılına geldiğimizde ilk kez
Afrika kökenli bir yazar, Albert Camus, Edebiyat dalında Nobel
ödülüne lâyık görülür. Karar açıklanırken bu ödülün
“zamanımızda insan vicdanının sorunlarını aydınlatan
ileri görüşlü samimiyetini yansıtan önemli edebi eserleri”
nedeniyle verildiği açıklanır.
4 Ocak 1960 günü, her zaman olduğu
gibi trenle seyahat edecektir. Bileti cebindedir. Ancak dostu ve
yayıncısı Michel Gallimard’ın ısrarlarına dayanamayıp onun
arabasına biner. Ve bir kaza olur. Kaza mahalline gelenler
yayınlanmamış bir eserin notlarını bulurlar. Kendi yaşamından
notlar halinde düzenlenmiş bu otobiyografi, 1995 yılında "ilk
Adam" adıyla kızı tarafından yayınlanır.
18 Şubat 2014 Salı
Merkez ben, gerisi hikaye
Teknoloji sayesinde okumakta olduğunuz bu yazıda, kalkıp da teknolojiye giydirmek biraz abesle iştigal olacak ama inanın farklı noktadan dokunacağım teknolojiye. ‘Mülksüzler’i okuyanlar bilir. Doktor Shevek’in geldiği, yaşayanların alternatif bir hayat sürdüğü uyduda konuşulan dilde iyelik eki yoktur. Uydudaki herhangi bir obje, uyduda yaşayan her bir bireyin ortak malıdır. Minimum bencillik, maksimum paylaşımcılığı esas alan bir uygulama. Şimdi bu romanda Ursula K. Leguin bile tümüyle siyasal bir görüşü savunmamış, kapitalizm ve sosyalizm arasında objektif bir kıyaslamaya girişmiş ve bir galip belirtmemişken, ben kalkıp herhangi bir siyasal görüşe körü körüne güzellemeler düzemem. Ama maalesef son on yıldır kapitalizmin yan ürünü ben merkezciliğe kapılıp gittiğimizi üzülerek söyleyebilirim.
Teknolojinin içine girdik gireli hemen hepimizin en az bir sosyal paylaşım ağında hesabı var. Ve yazdığımız şeyler genel itibariyle ‘Ben’ temelli. Çok değil on yıl öncesinde sevdiği adama/kadına, akrabasına, dostuna kartlar, mektuplar yazan eller şimdi dokunmatik ekranlarda kendini anlatmak için geziniyor. Acıktığını, trafikten bunaldığını, ders çalıştığını, hemen her anını kimin umurunda kimin değil düşünmeksizin bildirip duruyor. Güzel göründüğünü düşündüğü bir fotoğraftan yakın arkadaşını hunharca kesip, kalan kısmı profil fotoğrafı yapabiliyor. Ha sevgisini anlatmıyor mu bu hesapların birinden. Anlatıyor. 140 karakterde.. Kısa kısa.. Bu hesaplarda kaybettiği vakit yüzünden başkalarını düşünmeye bile fırsatı kalmıyor kimsenin.
Kafka’nın Milena’ya mektuplarını düşünün. Sonra bir de bu aşkın günümüzde geçtiğini düşünün, karşılıklı yorumlaşmaları, ortak Facebook hesabı açışlarını (Gizli bir aşk olduğu için bu imkânsız olurdu gerçi ama düşünün işte). Kendimize odaklanmaktan diğer insanları göremiyoruz artık. Ve kim hakkımızda ne düşünürse düşünsün çok seviyoruz kendimizi. Sanırım firmalar da bunun farkında artık ki, geçen sene moda olan isimli kolyelerin ardından bu sene önce Coca Cola hemen her isme özel kola ambalajlarını piyasaya sundu, sonra da Nutella bu işe girmek üzere olduğunu reklamlarla duyurdu. Çok değil bir ay içinde Instagram, Facebook veya Twitter; üzerinde kendi isimlerinin yazılı olduğu Nutella’ları alan arkadaşlarımız tarafından fotoğraf bombardımanına tutulacaktır.
Keşke kendimizle bu kadar meşgul olmak yerine, bol bol Milena’mızı ya da Piraye’mizi düşünüp; onların gül cemallerini gülücük içinde, gönüllerini de hoş tutmaya çalışsak. Bu kadar hızlı ve ben merkezci zamanlarda sadece bir hayal...
17 Şubat 2014 Pazartesi
“hiçbiri” ve “hepsi” hariç...
Gitmekle gitmemek arasında gittim geldim. Her zaman, iki seçenekten fazlası olmasını dilerdim önümde. Yalnızca iki seçenekten birinde karar kılmak en zoruydu. “En az üç olmalı” diye düşünürdüm. Fakat “hiçbiri” ve “hepsi” hariç...
14 Şubat 2014 Cuma
sustum
Rahmetli büyükbabam, boğaz; dokuz boğumdur derdi. Ağzından bir laf çıkmadan her boğumda düşüneceksin. Dokuz kere düşünebilme imkanın var demektir bu, oysa saniyesinde çıkarırız kelimeleri ağzımızdan. Ve kelimeler şairin dediği gibi ;" Kanatır Yarayı"
Bende ise kapanmayan yaralar mevcut. Kimsenin bir şey yapmasına gerek yok, bazen bir koku, bazen bir renk, bazen bir ses bile o yaralara öyle bir dokunur ki, o kanamaları kimse görmezken, boğazıma gelip oturan bir yumruğun sancısına tanık da yoktur...
Aslında oldukça basit bir insan olduğumu söyleyebilirim. Çığlık çığlığa bağırsan bile karşındaki kişinin sesini duyamayacağına olan yaşanmışlıklarım öğretmiştir bir çok şeyi. Kimsenin kimseyi anlamaya ne zamanı ne de yeteneği var artık. Emek harcamak bile gereksiz geliyor...
Konuşmaların büyük bir çoğunluğu kendi sesini duymanın ötesine geçemiyor ne yazık ki. Başkalarının seslerine tıkalı kulaklar.Anlamak için hiç bir çaba harcamazken, anlatmaya yönelik çabalarımızın nafile uğraşları sonucunda dokuz boğumdan ansızın çıkan kelimelerle belki karşımızdaki kişiyi sarsabiliyoruz ama bu sözlerin açtığı yaralar sebebiyle kendi iç benliğimizde kendimizle meşgul olduğumuzdan yine duymayız asıl söylenmek istenenleri.
Kısacası hep duyduğumuz kendi sesimizdir.
O zaman konuşmak niye diye sormaz mı insan?
İşte ben sordum,ve kendimi korumak adına bir karar aldım.
Sus....
Evet, bu kadar basit işte. "Sus", sustum...
Bu aşamaya gelmişseniz, bundan sonra söyleneceklerin bir anlamı kalmıyor. Artık duyacağınız güzel bir söz bile içten içe kanayan yaralarınızın kabuk bağlamasına yetmiyor.
İç sesinizle yaşamaya başladığınız andan itibaren gölgedir insanlar...
Bende ise kapanmayan yaralar mevcut. Kimsenin bir şey yapmasına gerek yok, bazen bir koku, bazen bir renk, bazen bir ses bile o yaralara öyle bir dokunur ki, o kanamaları kimse görmezken, boğazıma gelip oturan bir yumruğun sancısına tanık da yoktur...
Aslında oldukça basit bir insan olduğumu söyleyebilirim. Çığlık çığlığa bağırsan bile karşındaki kişinin sesini duyamayacağına olan yaşanmışlıklarım öğretmiştir bir çok şeyi. Kimsenin kimseyi anlamaya ne zamanı ne de yeteneği var artık. Emek harcamak bile gereksiz geliyor...
Konuşmaların büyük bir çoğunluğu kendi sesini duymanın ötesine geçemiyor ne yazık ki. Başkalarının seslerine tıkalı kulaklar.Anlamak için hiç bir çaba harcamazken, anlatmaya yönelik çabalarımızın nafile uğraşları sonucunda dokuz boğumdan ansızın çıkan kelimelerle belki karşımızdaki kişiyi sarsabiliyoruz ama bu sözlerin açtığı yaralar sebebiyle kendi iç benliğimizde kendimizle meşgul olduğumuzdan yine duymayız asıl söylenmek istenenleri.
Kısacası hep duyduğumuz kendi sesimizdir.
O zaman konuşmak niye diye sormaz mı insan?
İşte ben sordum,ve kendimi korumak adına bir karar aldım.
Sus....
Evet, bu kadar basit işte. "Sus", sustum...
Bu aşamaya gelmişseniz, bundan sonra söyleneceklerin bir anlamı kalmıyor. Artık duyacağınız güzel bir söz bile içten içe kanayan yaralarınızın kabuk bağlamasına yetmiyor.
İç sesinizle yaşamaya başladığınız andan itibaren gölgedir insanlar...
13 Şubat 2014 Perşembe
bir uyku ve getirdikler...
Şubatın ortası ve dışarıda kentin insanlarına da etki etmiş yalancı bir bahar. İçimdeyse kış yelleri esiyor...
Bir gün ansızın geliverdi... Yalnızlığımızı giderelim diye geldim dedi. O da yalnızdı, ben de... İçlerimizdeki yalnızlığı gidermek için birlikte uyuduk. İçimizdeki bitmek bilmez kışın karlarını eritelim diye... Omzumun üzerine başını, kalbimin üzerine elini koymuşken, insanlara giden yolları tıkayan karları temizledik içimizde...
Açtık you... Eriyen kar sularının oluşturduğu ırmakları aşalım diye köprüler kurduk, ben elimi karnının üzerine, burnumu boynuna gömmüşken...
İlkbahar oldu, ardından yaz oldu içimizde...
Sımsıkı sarılmış uyandık...
Bir gün ansızın geliverdi... Yalnızlığımızı giderelim diye geldim dedi. O da yalnızdı, ben de... İçlerimizdeki yalnızlığı gidermek için birlikte uyuduk. İçimizdeki bitmek bilmez kışın karlarını eritelim diye... Omzumun üzerine başını, kalbimin üzerine elini koymuşken, insanlara giden yolları tıkayan karları temizledik içimizde...
Açtık you... Eriyen kar sularının oluşturduğu ırmakları aşalım diye köprüler kurduk, ben elimi karnının üzerine, burnumu boynuna gömmüşken...
İlkbahar oldu, ardından yaz oldu içimizde...
Sımsıkı sarılmış uyandık...
10 Şubat 2014 Pazartesi
Dudak kenarı ve öpücük
Bu hızla dönen dünya üzerinde dudak kenarının değerini bilen kaç insan evladına rastlarız bilinmez. Ama rastlarsak tadını çıkarmamızı öneririm. Çünkü onun varlığı geçirdiğimiz gribi bile güzelleştirebiliyor, ki bence tavuk suyuna çorbadan daha etkili.
Çok sevdiğim dostlarımdan bir kaçının bile beni yargıladığı bu, şu ve o günlerde, hayatın okul hayatındaki ‘hacıtasyon’ muhabbetinden ibaret olmadığını anladım. Çok sevdiğin insanlar bir seçim yapıyor, o seçim seni etkiliyor. Seni etkileyen seçim, çevrendekileri de etkiliyor. Bu kombinasyona göre; çok sevdiğin biri bir seçim yaptığında, hiç tanımadığın insanların olaylara uzaktan ahmakça yorumlarda bulunduğunu görüyorsun.
Halbuki öyle olmamıştı o. Ben kimi seversem seveyim yargılamadan bağrıma basmıştım. O insanın ailesi, arkadaşları, yaşam tarzı beni ilgilendirir miydi? Sandım ki beni sevenler için de bu böyle olacak.
Olmadı.
Hiç beklemediğin insanlardan kırıcı cümleler işitince, neticeni buzlu suya daldırmış gibi oluyorsun. Netice lafına da her defasında çok gülüyorum. Halbuki göt desem öyle bir etki yaratmayacaktı...
Ama önemli olan dudağın kenarındaki çukurdu. Neyi kastettiğimi çok iyi biliyorsun.
O yüzden mikail yamaşito kombamba kombamba.
ne güzel şarkıydı...
Çok sevdiğim dostlarımdan bir kaçının bile beni yargıladığı bu, şu ve o günlerde, hayatın okul hayatındaki ‘hacıtasyon’ muhabbetinden ibaret olmadığını anladım. Çok sevdiğin insanlar bir seçim yapıyor, o seçim seni etkiliyor. Seni etkileyen seçim, çevrendekileri de etkiliyor. Bu kombinasyona göre; çok sevdiğin biri bir seçim yaptığında, hiç tanımadığın insanların olaylara uzaktan ahmakça yorumlarda bulunduğunu görüyorsun.
Halbuki öyle olmamıştı o. Ben kimi seversem seveyim yargılamadan bağrıma basmıştım. O insanın ailesi, arkadaşları, yaşam tarzı beni ilgilendirir miydi? Sandım ki beni sevenler için de bu böyle olacak.
Olmadı.
Hiç beklemediğin insanlardan kırıcı cümleler işitince, neticeni buzlu suya daldırmış gibi oluyorsun. Netice lafına da her defasında çok gülüyorum. Halbuki göt desem öyle bir etki yaratmayacaktı...
Ama önemli olan dudağın kenarındaki çukurdu. Neyi kastettiğimi çok iyi biliyorsun.
O yüzden mikail yamaşito kombamba kombamba.
ne güzel şarkıydı...
7 Şubat 2014 Cuma
Hücre...
"Evlenelim artık biz" dedim.
"Ben evlenmem. Evlilik bir hapishanedir" dedi.
Uzaklaştık...
Şimdi ikimiz de tek kişilik hücrelerde yaşıyoruz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)