1913 yılının 7 Kasım günü Cezayir
kıyılarından yüz km. kadar içerde küçük bir kasabada bir
erkek çocuk dünyaya gelir. Adını Albert koyarlar. Annesi İspanyol
ırkından gelme, okuma yazması olmayan bir temizlikçi, babası
Lucien ise ziraat işçisidir. Aradan iki yıl geçmeden Lucien, I.
Dünya Savaşı’nda cepheye sürülerek bir Fransız sömürgesinde
yaşamanın bedelini hayatıyla ödeyecektir. Cezayir’in
Pied-Noir’larına mensup Albert’in ailesi yine aynı topraklarda
yaşayan amcasının yanına sığınır. Kasap olan amcası zeki bir
insandır, onun himayesinde Albert edebiyat dünyasıyla tanışır.
İlköğrenim döneminde başarılı olunca lise tahsili için burs
kazanır. Ardından Cezayir Üniversitesi’nde Felsefe eğitimi
almaya başlar. O yıllarda para kazanmak için çeşitli işlerde
çalışmakta, aynı zamanda da futbol oynamaktadır. Üniversite
takımının da kalecisidir. Geçirdiği ağır verem spor hayatını
sona erdirir.
Albert Camus üniversite eğitimini
tamamladığı sırada bohem bir aktris olan Simone ile evlenir.
Ancak morfin kullanan ve kendisine ayak bağı olan eşinden kısa
zamanda ayrılacaktır.
“Bir yazar her şeyden önce
okunmak ister, aksini iddia edenlere hayranlık duyalım, ancak
inanmayalım.”
Camus’nün ilk yayınlanan eseri,
derlenmiş makalelerinin yer aldığı Tersi ve Yüzü (1937) adlı
kitaptır. Bir yıl sonra Fransa’ya taşınır. İki yıl boyunca
Cezayir Yönetimi adına Fransız neşriyatını takip etmekle
görevlendirilir. Böylece hem güvenli bir gelire kavuşmuştur hem
de çok sevdiği edebiyat dünyasına gönlünce vakit
ayırabilecektir. O yıllarda tanıştığı bir Fransız piyanist
olan Francine Faure ile evlenir.
Camus, yazar olmanın dışında
hayatının belli bölümlerinde tiyatroya büyük yakınlık duyar.
Paris’teki ilk yıllarında bir tiyatronun sahibidir. Sahnede rol
alır, yönetir, oyunlar yazar. İlk tiyatro eseri 1938 yılında
kaleme aldığı Caligula’ dır. Cinnet getiren bu Roma
İmparatorunun dramını konu etmesi nedeniyle absürdizmin bir
savunucusu olarak nitelendirilecektir. Absürdizmi, herhangi bir
mutlak yaratıcı olmadığı varsayımıyla, insanlığın bu
evrende bir anlam bulma arayışının eninde sonunda başarısız
olacağını iddia eden felsefi bir düşünce akımı olarak
tanımlayabiliriz. Tanımlarla, belirleyici kalıplarla sınırlanmış
düşünce akımlarından hayatı boyunca uzak duran Camus “Eğer
hiçbir şey bir anlam ifade etmeseydi haklı olabilirdiniz. Ancak
hâlâ bir anlamı olan şeyler var hayatımızda” diyerek bu
sınıflandırmaya da karşı çıkmıştır.
Camus’nün ilk yankı uyandıran
çıkışı 1942 yılında yayınlanan Yabancı adlı romanıyla
gerçekleşir. Hikâyenin ana karakteri annesinin ölümünü
telgrafla haber alıp cenazeye giden Cezayir asıllı Fransız
Meursault’dur. Hiçbir duygusal tepki göstermeyen genç erkek,
davranışlarıyla toplumdan tümüyle kopmuş gibidir. Kız
arkadaşını dövmekten ya da kumsalda gördüğü bir Arabı
nedensiz yere öldürüp şarjörde kalan kurşunları da cesedin
üzerine boşaltmaktan rahatsızlık duymaz. Tutuklanır, yargılanır,
ölüme mahkûm edilir. Ölmeden önce ziyaretine gelen din
görevlisine de bağırmaktan geri durmaz. Bir açıdan dürüst bir
insandır, zira düşüncelerini tüm açıklığıyla dışarı
vurmakta, kimseyi kandırmamakta ve kimsenin de kendisini yargılamaya
hakkı olmadığını savunmaktadır.
Hem tepki alan hem de edebi çevrelerde
ilgi uyandıran bu eseri Camus’nün bir varoluşçu olarak
tanımlanmasına neden olur.
“Mutluluk bir insanın kendisi ile
yaşadığı hayat arasındaki basit uyumdan öte ne olabilir ki?”
Aynı yıl absürdizmi incelediği yüz
yirmi sayfalık Sisifos Söylemi denemesi yayınlanır. “Felsefede
tek bir önemli soru mevcuttur: İntihar. Hayatın yaşamaya değer
olup olmadığı felsefenin cevap vermesi gereken en temel sorudur.
Diğer soruların tümü ardından gelir.” Camus, bu sorunun
cevabını da kendisi vermektedir. “Hayır, intihar çözüm
değil, başkaldırmak gerek…”
“Özgür basın iyi ya da kötü
olabilir, ama özgürlük olmayınca basın ancak ve ancak kötü
olacaktır.”
Artık II. Dünya Savaşı başlamıştır.
Geçirdiği verem nedeniyle Camus askere alınmaz. Paris Nazi
ordularınca işgal edilince, çalıştığı Paris-Soir gazetesi
yazarlarıyla birlikte, iki yaşındaki ikizlerini ve eşi Francine’i
de yanına alıp Bordeaux’ya taşınır. Bir süre sonra da Fransız
Direniş grubuna katılıp Combat adlı yeraltı gazetesinde
editörlük yapmaya başlar. Önce Paris’i Almanlardan kurtaran
Amerikalıları alkışlayacak, ardından Nagazaki ve Hiroşima’ya
atom bombası atan Amerika’yı sonuna kadar eleştirecektir.
Savaşın ardından ticari bir hüviyete
bürünen Combat’tan ayrılır. Artık politikaya, gazeteciliğe ve
tiyatro tutkusuna sınır koyacak, sadece yazmaya yoğunlaşacaktır.
En ünlü eserlerinden biri olan Veba, 1947’de yayınlanır.
Roman, geçmişinde benzer vakalar
yaşanmış olan bir Cezayir kentinde, Oran’da, aniden ortaya çıkan
bir veba salgınını anlatır. Bir yanda bir süre giriş-çıkışların
yasaklandığı şehirde hapis kalan insanların yaşamla mücadelesi,
öte yanda doktorların bu kaotik ortamda gösterdikleri farklı
yaklaşımların irdelenmesi, kendisinin karşı çıkmasına rağmen,
Albert Camus’nün bir varoluşçu olarak etiketlenmesine yetmiştir.
1949 yılında Camus yeniden tiyatroya
döner ve 1905 yılında isyancıların öldürdüğü bir Rus
aristokratının hikâyesini konu eden bir senaryosu yayınlanır:
Les Justes. İki yıl sonra yayınlanan "Başkaldıran İnsan"
adlı denemesinde Avrupa tarihinde vuku bulan isyanları ve toplumsal
devrimleri ele alır. Ve nihayet 1956 yılında, hayattayken
yayınlanan son eseri olan Düşüş adlı romanı okurlarıyla
buluşur.
1957 yılına geldiğimizde ilk kez
Afrika kökenli bir yazar, Albert Camus, Edebiyat dalında Nobel
ödülüne lâyık görülür. Karar açıklanırken bu ödülün
“zamanımızda insan vicdanının sorunlarını aydınlatan
ileri görüşlü samimiyetini yansıtan önemli edebi eserleri”
nedeniyle verildiği açıklanır.
4 Ocak 1960 günü, her zaman olduğu
gibi trenle seyahat edecektir. Bileti cebindedir. Ancak dostu ve
yayıncısı Michel Gallimard’ın ısrarlarına dayanamayıp onun
arabasına biner. Ve bir kaza olur. Kaza mahalline gelenler
yayınlanmamış bir eserin notlarını bulurlar. Kendi yaşamından
notlar halinde düzenlenmiş bu otobiyografi, 1995 yılında "ilk
Adam" adıyla kızı tarafından yayınlanır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder