10 Mart 2014 Pazartesi

Zıbırtsamboku



Şehirde havalı mekanlardan birinde oturuyorum. Adı neydi? Zıbırtsamboku gibi bir şey... Meyhanemsi bir mekan... Meyhane kültüründen anlamasa da mekan, popüler... “Meyhane gibi”... aslında herşeyin de “gibi” olduğu zamanlara uygun bir yer...

Siktiri boktan bir mevzu için, gecenin kör saati popüler mekanda iş toplantımsısı... Önümde havalı isimli bir salata var, fiyatına inanmak için menüye iki kez bakmam gerekti. Yine de en ucuzu buydu, bunu tercih ettim. Tadı bir şeye benzemiyor aslında, yine de kemirip duruyorum. Karşıda, masanın ucunda birileri bir şeyler konuşuyor. Duymamaya çalışıyorsam da kulağıma çalınıyor. Yan tarafımda oturan reklamcımsının elinde iki telefon var, durmadan onları kurcalıyor. Biri cafcaflı telefonlardan, öbürü i-bilmem nenin en son modeli. Birinden vatan kurtarıyor, diğerinden kızlara yürüyor, yüzünden anlıyorum. Öbür tarafımda oturup körili tavuğa girişen bizim mahalleden, önceden tanıyor olmama gerek yok, yemeğe iştahla saldırmasından anlıyorum… Onun bu masada bir rolü var, bunu biliyor ve iyi oynuyor. Ben becerebilseydim, ben de orada oturabilirdim. Beceremedim.

Masanın karşısındaki konuşmaya daha bir kulak misafiri olmayı deniyorum, ince ve pahalı “pek zarif” sigaraların dumanlarının arasından. Başından neler neler geçmiş gazeteciyle, kolej çocuğu ama “kendine proleter” yazar devrimi tartışıyorlar. Bu masanın devrime en yaklaşabileceği anın, ancak biri masayı devirirse olabileceğini hissediyorum. Yine de gıkım çıkmıyor. Çünkü onlarla şimdilik aynı safta olmam gerekiyor. Rolümü oynamayı beceremiyorsam, hiç değilse susup oturmalıyım.

Devrim muhabbetinden evde çalışan hizmetli bulmanın zorluklarına geçiliyor. Banyodaki sabunları yürüteninden, fazla televizyon izleyenine hepsi ayrı bir dert… Üstelik bazen kaçıp gidiyorlar, aslında sigorta yapsan kalırlar ama, şekerim ne zaman ne yapacakları belli mi olur “bunların”? “Bunlar” benim konuya en yaklaştığın bölüm. Çünkü anlatılan hikaye benim ve dostlarımın annesinin hikayesi aslında. Masanın karşı tarafı da sanki Buckingnam Sarayı'ndan, senatör torunları, profesör çocukları… Onların “bunlar”la macerası tâ çocukluktan kalma. Benim çocukluğum annemin “bunlar”lığı ile babanın iş-güç-sorumsuzluğu arasında geçiyor. Benim asgari ücretle çalışan ebeveynlerin çocuğu olduğumu bilseler, belki siyaseten doğruculuktan kırıldıkları için konu değiştirirler, yan masada geyler var diye “ibne” demekten kaçındıkları gibi. Ama bırak bilmesinler, böylesi daha iyi. Bu masada benim gibilerin en fazla “onun, bunun çocuğu” olarak görüldüğünü unutmam hiç değilse. Öbürlerinin Kürtler’e ve Romanlar’a yaptığını, bunların bakıcılara, temizlikçilere, mürebbiyelere, “üç kuruş”a çalışanlara yaptığını unutmam. Zaten sakın unutmayayım.

Salatayı yiyemiyorum, içimden gelmiyor. Bir taraftan yemek zorunda hissediyorum, ben çocukken ya da üniversitedeyken bu salatanın parasıyla bir hafta geçindiğimiz oldu. Bir yandan karşıdaki saçmalık devam ediyor. Bu kadar iştahla konuşulduğuna göre devrim yakındır, hadi yine iyisin. Bakarsın benin gibi “bunlar”ın çocuğu olanları bile kurtarırlar. En kötü devrimin yediği çocuklarından biri olurum. O da iyidir.

Masadan kalkıp gitmek istiyorum aslında, bütün o eziyetin faturası olarak salatanın parasını ödemeyi “unutarak”… Hoş fark etmezlerdi bile o kabarık hesabın arasında ama olsun, bu da benim küçük intikamım olurdu. Yukarılarda birileri beni bunların arasında durmaya zorluyor ve durmazsam ölebilirim. Ben ölürsem herkes ölmez, yalnız ben ölürüm, filmdeki gibi değil yani, benim ölümüm en fazla adisyonda salatanın fark edildiği kadar fark edilir. O yüzden biraz uslu durmam gerek, biraz uysal olmam gerek, biraz başımı eğmem gerek. Bir zamanlar benimki gibi aileler kovularak bohemleştirilen bu sokakta, zıbırtsamboku ya da her ne boksa bu kafede oturmam, annem gibilerin beceriksizliğinin, sakarlığının ve iyi servis yapamamasının devrim meselesinin yanına garnitür edildiği sohbetlere kafa sallamam gerekiyor. Her şeyin bir bedeli var, benim özgürlüğümün bedeli de boyun eğmek. Ben de fakir doğmasaydım ya da özgür kalmaya merak salmasaydım. Şimdi sus ve salatanı yemeye devam et…

İnsan olarak burada, bu koşullarda varabileceğim yer bu… Ait olmadığım masaların örtüsü uçmasın diye kenarına konulmuş ağırlığım ben. Keşke başka bir şey olabilseydim. Kendi ayakları üstünde durabilen, kimseye eyvallahı olmayan bir şey. Gerçekten özgür ve cesur bir şey…

Ben bunları düşünürken kedinin teki sıçrayıp arka taraftaki bir masayı deviriyor. Bizim masadaki gibi tipler bağrışıp kaçışıyor. Bu mahallede, bu taşlanmış kot gibi yapay olarak eskitilmiş ve hastalık yayan mahallede, ne kadar çok yara bere içinde toraman kedi olduğunu o zaman fark ediyorum.

“Kediler varsa umut var” diyorum ağzımın içinde gülümseyerek. Kimse bir şey anlamıyor. Bağırarak söyleseydim de anlamayacaklardı.

Onlar zaten anlamıyorlar. 

Siktirsinler.


Ama bari masayı ben devirebilseydim…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder