Şehirde havalı mekanlardan birinde
oturuyorum. Adı neydi? Zıbırtsamboku gibi bir şey... Meyhanemsi bir mekan... Meyhane kültüründen anlamasa
da mekan, popüler... “Meyhane gibi”... aslında herşeyin de
“gibi” olduğu zamanlara uygun bir yer...
Siktiri boktan bir mevzu için,
gecenin kör saati popüler mekanda iş toplantımsısı... Önümde
havalı isimli bir salata var, fiyatına inanmak için menüye iki
kez bakmam gerekti. Yine de en ucuzu buydu, bunu tercih ettim. Tadı
bir şeye benzemiyor aslında, yine de kemirip duruyorum. Karşıda,
masanın ucunda birileri bir şeyler konuşuyor. Duymamaya
çalışıyorsam da kulağıma çalınıyor. Yan tarafımda oturan
reklamcımsının elinde iki telefon var, durmadan onları
kurcalıyor. Biri cafcaflı telefonlardan, öbürü i-bilmem nenin en
son modeli. Birinden vatan kurtarıyor, diğerinden kızlara yürüyor,
yüzünden anlıyorum. Öbür tarafımda oturup körili tavuğa
girişen bizim mahalleden, önceden tanıyor olmama gerek yok, yemeğe
iştahla saldırmasından anlıyorum… Onun bu masada bir rolü var,
bunu biliyor ve iyi oynuyor. Ben becerebilseydim, ben de orada
oturabilirdim. Beceremedim.
Masanın karşısındaki konuşmaya
daha bir kulak misafiri olmayı deniyorum, ince ve pahalı “pek
zarif” sigaraların dumanlarının arasından. Başından neler
neler geçmiş gazeteciyle, kolej çocuğu ama “kendine proleter”
yazar devrimi tartışıyorlar. Bu masanın devrime en
yaklaşabileceği anın, ancak biri masayı devirirse olabileceğini
hissediyorum. Yine de gıkım çıkmıyor. Çünkü onlarla şimdilik
aynı safta olmam gerekiyor. Rolümü oynamayı beceremiyorsam, hiç
değilse susup oturmalıyım.
Devrim muhabbetinden evde çalışan
hizmetli bulmanın zorluklarına geçiliyor. Banyodaki sabunları
yürüteninden, fazla televizyon izleyenine hepsi ayrı bir dert…
Üstelik bazen kaçıp gidiyorlar, aslında sigorta yapsan kalırlar
ama, şekerim ne zaman ne yapacakları belli mi olur “bunların”?
“Bunlar” benim konuya en yaklaştığın bölüm. Çünkü
anlatılan hikaye benim ve dostlarımın annesinin hikayesi aslında.
Masanın karşı tarafı da sanki Buckingnam Sarayı'ndan, senatör
torunları, profesör çocukları… Onların “bunlar”la macerası
tâ çocukluktan kalma. Benim çocukluğum annemin “bunlar”lığı
ile babanın iş-güç-sorumsuzluğu arasında geçiyor. Benim asgari
ücretle çalışan ebeveynlerin çocuğu olduğumu bilseler, belki
siyaseten doğruculuktan kırıldıkları için konu değiştirirler,
yan masada geyler var diye “ibne” demekten kaçındıkları gibi.
Ama bırak bilmesinler, böylesi daha iyi. Bu masada benim gibilerin
en fazla “onun, bunun çocuğu” olarak görüldüğünü unutmam
hiç değilse. Öbürlerinin Kürtler’e ve Romanlar’a yaptığını,
bunların bakıcılara, temizlikçilere, mürebbiyelere, “üç
kuruş”a çalışanlara yaptığını unutmam. Zaten sakın
unutmayayım.
Salatayı yiyemiyorum, içimden
gelmiyor. Bir taraftan yemek zorunda hissediyorum, ben çocukken ya
da üniversitedeyken bu salatanın parasıyla bir hafta geçindiğimiz
oldu. Bir yandan karşıdaki saçmalık devam ediyor. Bu kadar
iştahla konuşulduğuna göre devrim yakındır, hadi yine iyisin.
Bakarsın benin gibi “bunlar”ın çocuğu olanları bile
kurtarırlar. En kötü devrimin yediği çocuklarından biri olurum.
O da iyidir.
Masadan kalkıp gitmek istiyorum
aslında, bütün o eziyetin faturası olarak salatanın parasını
ödemeyi “unutarak”… Hoş fark etmezlerdi bile o kabarık
hesabın arasında ama olsun, bu da benim küçük intikamım olurdu.
Yukarılarda birileri beni bunların arasında durmaya zorluyor ve
durmazsam ölebilirim. Ben ölürsem herkes ölmez, yalnız ben
ölürüm, filmdeki gibi değil yani, benim ölümüm en fazla
adisyonda salatanın fark edildiği kadar fark edilir. O yüzden
biraz uslu durmam gerek, biraz uysal olmam gerek, biraz başımı
eğmem gerek. Bir zamanlar benimki gibi aileler kovularak
bohemleştirilen bu sokakta, zıbırtsamboku ya da her ne boksa bu
kafede oturmam, annem gibilerin beceriksizliğinin, sakarlığının
ve iyi servis yapamamasının devrim meselesinin yanına garnitür
edildiği sohbetlere kafa sallamam gerekiyor. Her şeyin bir bedeli
var, benim özgürlüğümün bedeli de boyun eğmek. Ben de fakir
doğmasaydım ya da özgür kalmaya merak salmasaydım. Şimdi sus ve
salatanı yemeye devam et…
İnsan olarak burada, bu koşullarda
varabileceğim yer bu… Ait olmadığım masaların örtüsü
uçmasın diye kenarına konulmuş ağırlığım ben. Keşke başka
bir şey olabilseydim. Kendi ayakları üstünde durabilen, kimseye
eyvallahı olmayan bir şey. Gerçekten özgür ve cesur bir şey…
Ben bunları düşünürken kedinin
teki sıçrayıp arka taraftaki bir masayı deviriyor. Bizim masadaki gibi tipler bağrışıp kaçışıyor. Bu mahallede, bu
taşlanmış kot gibi yapay olarak eskitilmiş ve hastalık yayan
mahallede, ne kadar çok yara bere içinde toraman kedi olduğunu o
zaman fark ediyorum.
“Kediler varsa umut var” diyorum
ağzımın içinde gülümseyerek. Kimse bir şey anlamıyor.
Bağırarak söyleseydim de anlamayacaklardı.
Onlar zaten anlamıyorlar.
Siktirsinler.
Ama bari masayı ben devirebilseydim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder