30 Aralık 2013 Pazartesi

Umay Umay; Hayatta geri çekilmek

Çıkıp arayın sokaklarda bir benzerini, bulamazsınız. Umay Umay benzersizdir. Şarkıları gibi, şiirleri gibi, kitapları gibi… Mabel Matiz Umay Umay’ın kelimelerine tutkun olduğunu söylemiş. Naim Dilmener “Tanrıçam” demiş. Deniz Durukan’a göreyse: “Hayatıma giren en samimi, en akıllı, en deli, en hüzünlü, en normal, en acıtan, en özleten kadın. Kısaca ‘bir gün yolda yürüyordum, bir şarkı duydum, kalbim acıdı, bu kadar…’” Bir vakitler, “Nerem varsa insan kalan.. İşte orası acıtıyor!” diye yazan Umay Umay benim içinse insan değil, bir masal kişisidir. Ailemdendir bir bakıma. Güzeldir, iyi kalplidir, sihirlidir… Gözünü kırpmadan savaşa girebilecek, karşısına çıkan kim olursa olsun ezip geçebilecek bir kız çocuğudur aynı zamanda. Ama ne var biliyor musunuz; o kırılgan görünümlü küçük kız çocuğu o kadar kuvvetlidir, o kadar bin yaşındadır ki, girdiği her savaşı eninde sonunda kazanacağını bilir, tam da bu yüzden hiçbir savaş meydannda göremezsiniz onu, durmaz oralarda. “Sanırım hayat, AZ bir yere gitti. Her şeyin azı makbul gibi. Az düşün, az sev, azla yarat, az bil, az, az, az… Bu azlığa direnenler, ‘işe yaramayan insanlar’ durumuna düştü. Şizofren, duygusal, romantik, manik, bırakın kendi haline… durumuna düşürüldü. Azlıkları fazla olanla baş edilemezdi. Her şey sıradanlaştırıldığı gibi, zorlaştı da böylece. Sevinçlerin, gülüşlerin bile kontrol altına alındığı bir dünyada, aşktan sadece bahsedilir. Bu bahislerden iğreniyorum. Dünya, para ve para patronlarının elinde. Çok hesaplı bir şekilde, önce sanatı yok ettiler. Sanatın olmadığı yerde, kimse hiçbir şeyin hesabını soramaz. Sanat, ‘ahlak’ demektir. Ahlakın olmadığı yerde, hiçbir şey hakiki olamaz. İnsanların hayallerini bile aldılar. Hatta artık hayal kırıklıkları bile yok. En azından, benim bir hayal kırıklığım bile yok.”
Çağlar Yerlikaya’nın birkaç yıl önce yaptığı röportajda böyle söylüyordu Umay Umay. Yetenekleriyle, iyilikten ve adaletten yana oluşuyla, muazzam sezgileriyle, aklıyla, ruhuyla, biricikliğiyle, hep spot ışıkları altında yaşamaktan gözleri kararıp görmez, daha da kötüsü görünmez olanlarda bulunmayan türden hakikiliğiyle hayranı olduğum bir insan… Kelimeleriyle, sesiyle, örgü teknikleriyle… Hayat ruhumuzla uğraşmaya başladıysa, bu iyi bir şeydir! Çünkü bu hayattan bir şey çıkmaz. Ne tam anlamıyla muhalif olunabilir, ne marjinal ne de alternatif… Bu hayattan sadece kaos çıkar. Zaten tarihe, yakın ya da uzak geçmişe şöyle üstünkörü bir göz atsak bile, hayatın birbirine eklemlenmiş kaoslar yığını olduğunu görürüz. Bunun farkına varanlar, geri çekiliyor! Çağımızın en önemli ‘geri çekilen’lerinden biri de, kuşkusuz Umay Umay. Aslına bakarsanız o epey zaman önce, sessiz sedasız başladı geri çekilmeye. Ama Umay Umay’ı takip edenler, bu sessiz sedasız geri çekilişin aslında kendi içinde bir şatafat taşıdığının da pekala farkındalar. Umay, şatafatlı bir biçimde geri çekiliyor ama ardında kalanın plastik bir görkem, bir çeşit çöp yığını olduğunu da yüzümüze vuruyor. Şarkılarıyla olduğu kadar, çektiği fotoğraflarla, yazdığı kitaplarla yapıyor bunu. Kendisi de söylüyor işte zaten: “Yıkıntı, çöküntü anlaşılır bir şey değil. Herkes başka türlü yıkılıyor, herkesin biçimi farklı. Acılarımı, dondurma yalayarak yaşama becerisine sahip değilim, yanıp kavruluyorum. Ama bu külleri toprağa gömmeden önce, elbette savuracağım. Nereden baksan, inatçıyım. Savaşçı olamadım hiç. Çünkü savaşın, her şeye tenezzül ettiğini gördüm. Her yola, her silaha, her puştluğa. Savaşçı olmak yerine, inatçı oldum. Kırık dökük de olsam, inat gibi oturuyorum koltuğumda. Ne tenezzülüm var, ne arsızlığım. Eğer bir silah şartsa, tek silahım adalet. İçi adaletle dolu bir gözyaşı tabancası.” Umay Umay’ı, yeniden yayımlanan beş kitabı (Orospu Kırmızı, Veda Busesi, Bütün Güzel Çocuklar Şüpheli, Rüya Duvarları, Sokaklar Uyudu Artık Öpüşebiliriz) vesilesiyle hakkında yazmak istedim. “Bu gece ağlamak ve şiir yazmak yok.Ddışarıya çok az çıkıyorum. Bazen yeni cd'lere bakmak için, bazense umutlandığım bir film için. Sokakta hiçbir gerçek tek başına dolaşacak kadar cesur değil. Sokaklar ne dediği anlaşılmayan hayallerle dolu. Varacakları hiçbir yer yok. Zaten bir yer aramıyorlar. O yüzden eğildikleri bir alın yok. Ağlamaya utanacakları bir şiir yok.” (Bütün Güzel Çocuklar Şüpheli adlı kitabından) Olmazsa buraları bırakır giderim diye düşünenlere, gidilecek yer olmadığını; olmazsa terk ederim diye düşünenlere, hiç kimsenin, kendisinde bir yara açmadan bir başkasını terk edemeyeceğini; hepsi bir yana, giydiğimiz bütün elbiselerin aslında külden olduğunu söylemek için eline kalemi almış sanki Umay. Ayaklarımızın bastığı yeryüzünün aslında ateşten olduğunu anlatıyor bize. Onu kora çevirenin de insanın ta kendisi olduğunu. Belki tuhaf gelecek ama yalnız kaldığımızda o yüzden üşüyoruz hepimiz! “Çünkü bir hata kadar güzelsin, kırmızı kadar güzelsin. Geriye alınmasından korkulan bir hediye kadar güzel..” (Rüya Duvarları adlı kitabından) Ölüm oruçlarında ölenlerin sayısı arttıkça kendi içinde bir adım daha geri çekilen; yalan dolu, ağdalı bir salyanın (televizyonun mesela) karşısına geçtiğinde, orada bürokratların kravatına sıçrayan kanın hızla temizlendiğini gördüğü için evinden televizyonu kaldırıp duvarına hayali çocukların yaptıkları resimleri asan, artık televizyon yerine onlara bakan biri, tek bir sözcükle ağaçların yapraksız kalabildiğini hepimizden daha iyi anlar elbette. O zaman, denizin üzerine kibrit kutularından bir ev yapmanın hayalini kurar, dalga seslerine borçlu kalacağını düşünüp ürker belki de.
‘İkimiz de biliyoruz, kaçarken çıkardığımız topuk sesleri hayatı kırabilir. Külotlarımızdaki ter; senin çarşafındaki kan, benim yastığımdaki dudak izleri…’ (Orospu Kırmızı adlı kitabından) Evet, Umay Umay’ın ‘Orospu Kırmızı’, ‘Bütün Güzel Çocuklar Şüpheli’, ‘Rüya Duvarları’, ‘Sokaklar Uyudu Artık Öpüşebiliriz’ ve ‘Veda Busesi’ adlı kitapları yeniden basıldı ve kalbin kadife çığlıklarına aşina olan okurların beğenisine sunuldu. Belki de söylenmesi gereken ilk şey, her birinin de bir konsept kitap olduğu. Kapak fotoğraflarının hepsi Umay Umay imzasını taşıyor. İçinizden okuduğunuzda, evet, birer düzyazı metin bunlar. Ama yüksek sesle okuduğunuzda, bu metinlerin kendine özgü bir sesi, bir müziği olduğunu fark ediyorsunuz. Metinlerin bu iç müziği de Umay Umay imzasını taşıyor doğal olarak. Kısacası, bu kitaplarda yer alan metinler, alt metinler, gizil anlamlar, çağrışımlar, bu kitaplarda yer alan görsellikler, bu kitaplarda yer alan müzik; hepsi Umay’a ait. Edebiyatın klasik türlerine alışık okurun aklına, bu kitapları hangi türün kalıpları içine sokacağı, sokması gerekeceği gibi bir soru gelebilir. Öykü mü, şiir mi, deneme mi… Hem hepsi, hem hiç biri! Hepsi; çünkü bu metinler birer düzyazı şiir aslında. Aynı zamanda bilinç akışı tekniğiyle yazılmış birer öykü. Ya da her biri basbayağı birer deneme. Hiçbiri değil derken de şunu kastediyorum: Umay bunları herhangi bir türe dahil olsun diye değil, hayatın kendisine uyguladığı prototip şiddeti bertaraf etmek için, sıradanlığın standartlarını kabul edemediği/etmediği için yazmış, o kadar. Kimin hangi kalıba soktuğu ya da sokmakta zorlandığı onu pek de ilgilendirmiyor sanırım. ‘Annem su kaplumbağamı alıp özgürlüğüne kavuşsun diye bahçenin çimenlerine salmıştı. Yaşamımızda tek hatasız olaydı bu… Ağlamış ve beklemiştim… Neyi… Belki de aşkın gelişini kimse söylemedi bana. Biri ölmüştü, henüz yirmi üç yaşındaydı, adı Deniz’di; Günaydın gazetesi çimenlerin üzerinde öylece duruyor, tarih ‘altı mayıs bin dokuz yüz yetmiş iki’yi gösteriyordu. Her şey sonsuz durgunluktu. Onun gözleri bir kader, bir gölge, fırtınanın sarstığı bir kayık…’ (Veda Busesi adlı kitabından)
Umay Umay’ın şarkı söyler gibi yazdığı, fotoğraf çeker gibi söylediği, yazdığı gibi yaşadığı aşikar. Muamma olan bizim nasıl okuduğumuz, nasıl baktığımız, nasıl dinlediğimiz? Ya da muamma olan, kendimize bir şans daha tanıyıp tanımadığımız? Belki de bu kitapların beşini bir yere koyup yeniden bakabiliriz içimizde yer eden bu hassas yaraya. Belki de bugün tam zamanıdır. Tam zamanıdır belki de başımızı doğru yere eğmenin. ‘Başını eğ yeşil çimenlerin şairi Başını eğme zamanı geldi Tuzaklarla dolu yeryüzü kampı seni ilerliyor Artık bir kalbin yok Yağmuru hatırlayarak doldurduğun küçücük bir kabın bile yok Onun gözleri senin üstünden bir bıçakla sıyrıldı Artık gururla taşıyacağın yarınların yok’ (Sokaklar Uyudu Artık Öpüşebiliriz adlı kitabından)
"henüz ikimizi çeken şeyin ne olduğunu anlamış değilim. aslında seksten de bir bok anlamam aşk da acıklıdır, hükümdür çoğu zaman… ne yaptığımı bilmiyorum inan bilmiyorum. yanına uzanmak istiyorum yanına uzanayım; “geçsin artık" (Cevapsız Ağrı adlı kitabından)
“Tam göğsünün ortasında geçici bir dövme gibi duruyorum. Hakiki bir dövmeye katlanacak götün hiç olmadı." (Cevapsız Ağrı adlı kitabından)


27 Aralık 2013 Cuma

Müziğin Gücü

 “bir ülkenin türkülerini yapanlar, yasalarınıyapanlardan daha güçlüdür.”
Victor Jara
Müzik deyince aklıma ilk gelen müzisyenlerden biri Victor Jara oluyor... Nasıl gelmesin!  Tiyatro eğitimli bir sanat adamıydı. Daha da önemli yanı sergilediği duruştu; "Victor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı yoldaşı, gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler; ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, gardiyanların ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik ettiler. Sonra bir subayın emri ile askerler Jara'nın ellerini kırdılar. Artık gitar çalmıyordu, ama zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar" Şili'deki Pravda muhabiri Vladimir Çernisev, Jara'nın son anlarını böyle anlatmıştı. Şili'de Pinochet,  bu darbeyle dünyanın seçimle başa gelmiş ilk sosyalist hükümeti olan Salvador Allende'yi 1973 yılında devrilmiş ve yerine 17 yıl sürecek bir diktatörlük kurulmuştu. Darbenin 5. gününde öldürülmüştü Jara.

Nereden mi geldi bu konu aklıma? Geçen gün günlük aptallaşma etkisini sağlasın diye televizyon karşısında bakınıyordum . Kanalları geçiyorum, yolsuzluk, şiddet, bağrışan siyasiler muhalefetin de iktidardan bir farkının olmadığını kanıtlama telaşında gibiler. Sonra bir şarkıya denk geliyorum, neyse diyerek kanalı orada bırakıp elimdeki gazeteye yöneliyorum. Spordan okumaya başlıyorum gazeteyi yine. Arap alfabesi gibi sağdan sola okuyorum gazeteyi. Kafamı bir an  kaldırdığımda televizyon alkıştan yıkılıyor, Ebru Gündeş gözyaşlarını siliyor sanki yeryüzündeki en büyük mağdur oymuşcasına. Burun kıvırıp gazeteye odaklanıyorum yeniden. Gazetenin köşesinde bir haber, "Konya'da kırk günlük bebek soğuktan donarak öldü" Bebeğin öldüğü evin camı kırıkmış, naylonla kapatmışlar. Anne, gece bebeğini emzirmeye kalkmış, çocuğunu hareketsiz görünce de çığlık atmaya başlamış, komşular yetişmiş çığlıklara... Odun alamamışlar.
Televizyonda ise ağlaşmalar ve alkışlamaların sesleri. O ses olmak isteyen kişilerden biri eleniyor, veda ederken programa alkışlanıyor, sms oyları da kurtarmamış belli. Sms'lerle kırk günlük bebeğin ömrünü rahatça geçirmesini sağlayacak kadar para toplayan program sunucusu haftaya görüşürüz diyor, herkes alkışlıyor.
Artık ne televizyona ne de gazeteye odaklanamıyorum. Cdleri karıştırıyorum. Victor Jara'yı alıp, müzikçalara koyuyorum. Anlaşılan istediğim kafa boşalması ya da aptallaşma haline bugün ulaşamayacağım. Aklımda dönmeye başlıyor okullarda sanata dair anlatılanlar; müziğin toplumsal anlamda bir iletişim aracı olarak kullanılması fakat günümüzde popüler kültürün bir unsuru olarak sistem tarafından tüketim kültürünün bir nesnesi haline getirilmiş olması. Küresel sistemin müziği hem pazarlamakta hem de pazarlamanın aracı olarak kullanması. Karamsarlık çöküyor içime. Ancak müziğin asıl gerkliliğini sergileyen durumlar da mevcut. Ezilenler duygularını, aşklarını,isteklerini, ezilmişliklerini ve en önemlisi isyanlarını müzikle dile getirmekteler.
Bu noktada sevgili hocam Sevin Okyay'ın tanıştırdığı Jacques Attali'nin "Gürültüden Müziğe" adlı eserinde yaşamın gürültüsünden müziğe varan evrimleşmeyi tanımlayışını anımsıyorum; “Bilim daima hislerimizi kontrol etmeye, hesaplamaya, soyutlaştırmaya,hadım etmeye çalıştı. Sadece ölümün sessiz olduğunu, yaşamınsa gürültülerle dolu olduğunu unuttu: İş gürültüleri, eğlence gürültüleri, yaşam ve doğa gürültüleri; satılmış, satın alınmış, dayatılmış veya yasaklanmış gürültüler; başkaldırı, devrim, öfke ve umutsuzluk gürültüleri… Müzikler ve danslar; yakınmalar ve meydan okumalar…. Dünyada tek bir temel eylem yoktur ki, gürültü olmadan gerçekleşsin.”
Bir yönüm müziğe sadece sanat gözüyle bakıyor ama diğer yanım müziğin gücünü çok iyi görüyor. Ne demek müziğin gücü? Uyuyan kitleleri bile bir anda harekete geçiren gücü! Aslında müzik her şey, bir yandan sanat, diğer yandan hayat.
Tabii ki sanatın ağır bastığı müzik eserlerinde de ciddi göndermeler mevcut. Örneğin; Fransa'da Keny Arkana var, Brezilya'da Sepultura, hatta Amerika'da Michael Jackson geliyor yine aklıma 90'larda amerikada tekrardan hortlayan ırkçılık ve gelir adaletsizliğine karşı söylediği "They Don't Care Abaut Us" şarkısını anımsıyorum. Fransa'da artan ırkçılığa karşı K.Arkana inanılmaz sözler söylüyor müzik kanallarında şarkılarıyla. Brezilya'da gerçekleşen öğrenci olaylarına Sepultra destek veriyor. Daha eskilerde Beethoven'in aslında hayran olduğu Napoleon Bonaparte için bestelediği 3. Senfonisini son anda Napolyona ithaf etmekten vazgeçmesi gibi... Çünkü eser tamamlandığında artık Napolyon Beethoven'in beğendiği devlet adamı değil, bir diktatördür...


İddialı tespitler yapmaktan özenle kaçınmaya çalışsam da "popüler müzik" ve "endüstrinin elindeki tutsak müzik" haricindeki müzik, tamamen kültürdür ve tarih içinde doğup yaşadığı ve geliştiği motiflerle zenginleşmiştir. Tutsak olmayan müzik aslında hem duyusal hem de yazınsal ve sözel bir tarihtir. Resim sanatı ve fotoğrafçılık nasıl görsel tarih ise, müzik de başlı başına tarihin ta kendisidir ve ait olduğu toplumu ve kültürü net biçimde anlatmayı hedefler ve işitebilen kulaklarca  anlaşılabilmeyi sağlar.
Yüreğiyle anlayabilen tarafta olmamız umuduyla...

26 Aralık 2013 Perşembe

Niye Yazıyoruz?

Kendi adıma bunu düşünüp nedenlerini bulmaya çalışıyorum.
Kızdığım biri vardı. Yazmam gerekti. Rahmetli büyükbabam, elin kalem tutuyor, kızdığında abuk sabuk şeyler yapacağına yaz derdi. Neyse… birine kızılıp yazı yazılır mı? Yazılmaz. “Yazmasam deli olacaktım!” diye bir cümle geldi aklıma. Kim söylemişti…  Artık kimsenin umurunda değil. Herkes çorba parası peşinde… Yazmayıp da bir psikologa mı gitmeliyim? Bedavadan yazıp rahatlamalıyım. Başaramazsam giderim. İstanbul'da soyunarak terapi yapan bir kadın psikolog varmış. Belki ona giderim. Pirelli tekerleklerinden yola çıkarak her şeyi kadın bedenine bağlamak moda olalı, insan ruhunda bir gevşeme oldu…
Charles Bukowski, "günlük tutmak dangalaklıktır" demişti. Bir dangalaklık yapıp “günlük” olmasa da bir şeyler yazacağım. Peşinen söyleyeyim; hayatımdaki kadınlardan hemen bahsetmem mümkün değil.
Televizyonlarda boy gösteren spor programlarına kanalları gezerken kulağım değer. Bir bağırtı bir çığırtı, anlam vermeden boş boş bakarım. Yapacak başka bir işim yoksa izlerim. Futbolculuktan yorumculuğa geçen, spor yazarı olan spor zengini ayaklar, emekli hakemlerle,  alaylı spor yazarlarıyla birlikte; ekranda görünen pozisyon kabak gibi ortadayken, saatlerce, bazen garip sesler çıkararak; oyuncuyla, topla, hakemle, seyirciyle ilgili konuşurlar. Farklı yorumlar zenginlik mi değil mi düşünmeden, kafam bir boşluğa düşüyor. Kendime geldiğimde o gün hangisi denk gelmişse o programın benim için gerekli aptallaşma etkisini bırakmış olması, yüzüme bir tebessüm olarak yansıyor. Bir süre sonra kafam boşalmış oluyor.
Eğer bir yorumcu diğerine çemkirirse işte o zaman hayatımdaki kadınlar geliyor aklıma. Gelmesin diye çeviriyorum kafamı.
Hazır yazı mazı derken köşe yazarları geliveriyor aklıma. Mürekkep balığının her türünü yalamış yutmuş kişiler karşı köşeye öyle kızıyorlar ki; kalemlerini sokmadıkları yer kalmıyor. Sade vatandaşlar kime inanacaklarını şaşırıyorlar. Sevdikleri köşe yazarının bile ağzından dökülenler sade vatandaşın tüylerini diken diken ediyor. Düşüncelerini anlamaya çalışırken üslubuna sırt çeviriyorlar. Mesela, birinin şöyle bir cümle pırtıyor dudaklarından. "Seni dağa kaldırır seks kölesi yaparım” Bir diğeri kendi köşesinden sesleniyor: “Ulan sırdaş medyanın ayazda kalmış eşeği” Uzatmayalım, karşılıklı atışmalar böyle uzar gider. Şimdi bütün köşe yazarlarını zan altında bırakmak ayıp olur. Kendisini herhangi bir gruba ait görmeyen, ya da görüp de görmemezlikten gelen, veyahut; bizatihi ben o grubun nüvesiyim diyen ehli namus, ilkeli köşe yazarlarını tenzih ediyorum.
Peki ya büyük yazarların bazıları bunu nasıl dile getiriyor?

Hayvan Çiftliği ve 1984 gibi ünlü romanların yazarı George Orwell, “Niçin Yazıyorum” başlıklı uzun denemesinde, yazarları bu eyleme iten dört temel nedenin olduğunu söyler:
“Bu nedenler her yazarda farklı şiddette var olabilir ve her yazarda içinde bulundukları atmosfere bağlı olarak zaman zaman bu nedenlerin şiddetleri farklılık gösterebilir.”
Orwell’e göre yazarların kalemi ellerine almalarının nedenleri egoizm, estetik hevesi, tarihsel dürtü ve politik amaç.
Orwell bu nedenlerin kendi yazılarını nasıl etkilediğini anlattıktan sonra denemesini su sözlerle bitirir: “Yazma nedenlerim salt kamu-ruhu içinmiş gibi bir izlenim yarattım. Yazımı böyle bitirmek istemem; bütün yazarlar kibirli, bencil ve tembeldir. Ve aslında yazma nedenlerinin temeli bir gizemdir.”
Beyaz Gurultu ve Cosmopolis gibi kitapların yazarı DeLillo, yazarlığın romantik bir hale getirilmesine karşı çıkıyor ve yazarlığı “kişisel özgürlük” biçiminde tanımlıyor. “Bizi, çevremizi sarmış olan toplu kimlikten kurtarır. Sonuçta yazarlar bir alt-kültürün yasadışı kahramanları olmak için değil, kendilerini kurtarmak ve birey olarak hayatta kalabilmek için yazarlar.”
“Niye Yazıyoruz?” sorusuna değinen bir yazıda,  Sait Faik’in yanıtını anmadan olmazdı. Öyleyse yazımızı, edebiyatımızın usta kaleminin unutulmaz cümleleriyle bitirelim: “Söz vermiştim kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Sahi niye yazıyoruz?

24 Aralık 2013 Salı

Biz Büyüdük ve Kirlendi Dünya

küçüktüm, eskiden tabii... ama o kadar eski ki artık...
çantamızı kaldırıma bırakıp oyuna dalardık...  annelerimiz salçalı ekmek gönderirdi sokakta acıkırız diye... mahalledeki en yakın eve gidip kapıyı çalar, su içerdik. yadırgamazdı kimse, teyzelerimiz, amcalarımızdı onlar... tüm çocuklar aynı bardaktan içer ya da musluğa ağzımızı dayardık. cebimizdeki parayı düşmesin diye kaldırımda  duran çantalarımızın üzerine koyardık. oyun bitinceye kadar orada durur kimseler almazdı...
kavga ederdik aşağı mahallenin çocuklarıyla, abiler gelir barıştırırdı. polis falan gelmezdi kavgalara... görmezdik bile. okulun önünde falan da olmazlardı. mahallemizin sokakları evimiz kadar güvenliydi. eve gelme saati akşam ezanı olurdu hep.
geç kalanın yiyeceği azar pencerede bağran annelerin ses tonundan belliydi. sokakta düştük mü çiğnenmiş ekmek koyardık, parmaklarımıza iğne batırıp kan kardeş olurduk. hasta olduk mu okula gitmez, annemizin hazırladığı kakaolu sütü içer Voltran izlerdik. Voltran izlerken sobanın sıcaklığı, sütün ılıklığıyla içimiz geçer, ateşimiz düşer uyuyakalırdık..

komik rüyalar görür, okula gitmediğimiz için dersten geri kalmayalım diye eve uğrayan arkadaşlardan ödevleri öğrenirdik. kışın sobanın üzerinde ekmek kızartılır, su ısıtılır, kestane pişrilir en olmadı güzel koku versin diye mandalina ve portakal kabuğu koyulurdu.

evde izlenecek diziler vardı, annelerimiz için Dallas'ta Boby vardı, Yalan Rüzgarı'nda Vicktor, bizler A Takımını izlerdik B.A. ve Murduck vardı... babalarımız maçları evde izlerlerdi. öyle şifreli yayın falan ne gezer? çatıdaki antenden TRT izlerdik. Perihan Abla vardı... Kasetlerimiz vardı, bazen teypler sarardı kaseti. dişlerine kalem sokup geri sarardık... akşamları çay bahçelerine ailecek gidilir, çekirdek çitler, etrafta koşuştururduk... üzerinde renkli benekleri olan uçan balonlarımız vardı. uçmasın diye bileğimize bağlardı babalarımız. pazar günleri trt'de kovboy filmi olurdu tam öğlen saati, hep beraber onu izlerdik. sonra sokaklara koşup süpürge sopalarını at yaparak kızılderilileri kovalardık... çalı süpürgeleri vardı, hasır yer örtüleri vardı...
cep telefonları, uzaktan kumandalı arabalar, tabletler, bilgisayarlar, 3D görüntü sistemleri yoktu... ama daha naif zamanlardı... murathan mungan şiirinde de dendiği gibi; "biz büyüdük ve kirlendi dünya"...

20 Aralık 2013 Cuma

“Büyümenin yaşlanmak demek olduğunu bilmiyordum"

Konservatuvar sınavlarına hazırlanırken okumuştum Tezer Özlü'nün "Yaşamın Ucuna Yolculuk" adlı kitabını... Erzurum'da bir kitapçıda bulmuştum o zaman... Gitmek istemek ile ilgili tüm anıları yine karlı bir şehirde sahafta denk gelerek hatırladım...
Tezer Özlü, yaşarken yayımladığı üç "farklı" kitabıyla edebiyatımızın çok erken yaşta yitirdiği en özgün kalemlerden biri oldu.
Herkesin bir duvarı vardır, ardında kendini güvende hissettiği. Kaçarken sığındığı, bulunmak istediğinde bir adım öne çıktığı. Yaşamın ve insanların verdiği tedirginlikle, korkularıyla birlikte arkasına sığındıkları o duvar onları ne kadar korur bilinmez... Belki de bu yüzden bazıları o duvarın ardına saklanmak yerine içine hapseder kendini. Ve her yere kendisiyle birlikte taşır duvarını da.
Omuzlarından aşağıya dökülen uzun sarı saçlarına, Modigliani’nin kadınlarını anımsatan eğik duruşuna, uzun parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigarasına, melankolik tebessümüne bakarken onun sesini duymaya çalışıyordum. “İnce bacaklarımla aydınlık yaz günlerinde yokuşu koşuyorum” diye başlayan sert hayat hikâyesini okuduktan sonra  ruhum bir daha huzur bulmadı. Sadece kitap yüzünden değil, büyüyordum.
Tezer Özlü’nün yazdıklarını gençken okuyanların pek çoğu, çocuksu bir heyecanla kendi hayatında iz bırakanları yazmak istemiştir muhtemelen. Onun orta sınıfın alışkanlıklarına, beğenilerine aldırmadan, sözcüklerin uyumunu pek düşünmeden, insanlara nasıl dokunacağını hesap etmeden yazdığı ‘kolay’ cümlelerini okuyunca yazmanın çok basit olduğunu düşünürseniz fena halde yanılabilirsiniz. Öyle can yakan, sade bir üslubun kendiliğinden akışını sezebilmek, doğallığını anlayabilmek için, bir yazarın kendisiyle acıları arasına koyduğu mesafenin derinliğini de hissedebilmek gerekiyor çünkü.
Anılarından yola çıkarak yazdığı "Çocukluğun Soğuk Geceleri " tam bir sessiz çığlık gibidir. Burada yaşam ve ölüm olarak çıkar karşımıza. Ve şöyle der:" Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı. Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk."
Tezer Özlü, varoluşunun herhangi bir zamanında, kendisini içine hapsettiği gizli duvarıyla birlikte yaşamın ucuna doğru bir yolculuğa çıkıyor. İçindeki acıları, ruhundaki uyumsuzluğu sağaltabilmek adına yaşamın anlamını bulmaya çabalıyor. " Her gidiş, her yolculuk, kendi 'beninin' bilinmeyenine doğru, bilmek için bir iniştir." Derken, bu inişte Pavese ile birlikte Kafka ve Svevo'nun izini sürüyor. Kendisiyle ve yaşamla hesaplaşırken, onlarla da yüzleşiyor.
Yaşamın onun için tek anlamı vardır: Gitmek!
"Kalıplardan kaçmak için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni. Yaşamı "gitmek" olarak algılıyorum."
Gitmek bazen intiharla eş anlamlıdır. Özlü, bir kaç kez denemiştir bunu. Kafka'nın, Svevo'nun mezarları başında onlarla konuşur Tezer Özlü. Pavese'nin intihar ettiği otelde, Otel Roma'nın 305 nolu odasında geçmişten kalan o ölüm ve intihar kokusunu duymak ister. O anı yaşar kendi içinde. "Orada yalnızlık, en büyük yalnızlık içinde yitiyor. Hiçlikte." diye düşünür. Ve kitabını Pavese'nin "Ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi?" sorusu ile noktalar.
Tezer Özlü, 1983 yılında Almanya'da Marburg Yazın Ödülü verilen bu anlatısını "Bir İntiharın İzinde" adı altında Almanca olarak yazar. Daha sonra "

Yaşamın Ucuna Yolculuk" adıyla yazarı tarafından Türkçeye çevrilen bu kitap, yaşamı sorgulamasının yanısıra, " Edebiyat, yaşam ve ölümün sınırlarının artık acıları tutamadığı, tutmaya yeterli olmadığı yerde başlamıyor mu?" sorusuna da yanıt arar bir anlamda.
Özlü anlatı boyunca yolculuk yapıyor ,gidiyor kendinden uzaklaşmayamı çalışıyor, kendisiyle mi yüzleşiyor bu ayrımı yapmakta zorlanıyorsunuz bazen de yaşamın ondaki karşılığının gitmek olduğunu düşündürüyor. Ama Özlü en son şu cümle ile sonlandırmış bu mistik yolculuğunu,anlatısını: ”Ve yaşam yalnız rüzgar ,yalnız gökyüzü,yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi.”

15 Aralık 2013 Pazar

Herkes Gider Mi?

Sessiz bir gece yine kapımda, ruhumu almaya gelmiş gibi. Kırıklarıma kırık eklemeye hazırlanıyor. Tekrar yenilmekten korkuyorum.  Unutmak kolay olsa keşke yaşanmışlıkları. En ufak yeni bir pürüzde hepsi yeniden canlanmasa. Ölü bir insan gibi olsalar keşke ölüp tekrar dirilemeseler.  Onlar gibi unutulmayan sadece alışılan olmasalar. Yok olup gitseler.  Geçmiş geçmişte kalsa ya gerçekten peşimizi bıraksa, canımızı yakmaktan vazgeçse olmaz mı? Olmaz değil mi?
Gitmek mi zor, yoksa kalmak mı? Kaçmak mı zor, yoksa olduğun yerde rüzgara karşı savaşabilmek mi? Veda mı zor, yoksa bir veda cümlesine katlanmak mı? "Benim Afrika'm" filminde ki bir diyalogdan kalan veda tanımlaması geldi şu an aklıma; "Veda; gidenin cesareti, kalanın ise sabrı ile ölçülür".
Vedanın gelişi yolda belli değil midir? Açıkça göz kırpan alamete neden yürek kapalı kalır, zor geldiği için mi? Zor gelmesi yürekle beraber gözün de kapanmasını mı gerektirir? Göz kapandığında bilmez mi ki, ağrıyacak olan yüreği süsleyecek olan yine kendi salgısı olan gözyaşlarıdır!
Bir veda edildi, dilde!  Yürek istememişti ancak dil duramadı... Kırılmışlığını kattı yüreğinin kelimelerine... kırdı kendi ile birlikte, birlikteliği! Adı bile konmamıştı aslında, daha ufacıktı... Emekleme dönemine gelebilseydi belki başaracaktı yürümeyi!!! çift taraflı istem olmadan , dayanaksız nasıl yürüyebilirdi ki?
Gitmek zor...
Kaçmak zor...
Veda zor...
Kendi yaptığın şeylere katlanmak çok zor... Dönüşü başaramayacağını bilirsin, eylem kendindedir... "Sabır" dileme zamanıdır, kendine! Anı kurtarmak kolaydır, önemli olan sonra gelecek olan anlar topluluğudur.
Bir "Elveda" dedi, bu yürek...  Umarım geceleri uzunluğuna uzunluk katmaz... Umarım, mutlu olur...
Kırılmıştı bir kere Çin vazosu...  Parçalanmamıştı ama kırılmıştı!
şarkımız bu olsun…

Hâlâ yalnız mısın? 
Sadece özgür. 
Peki mutsuz? 
Sadece alışmış. 
Peki ya aşık? 
Sadece eksik. 

Aylin Aslım – Cem Adrian ; “Herkes gider mi? ” dinlerken yazılmıştır… Dinlerken okunması önerilir…

14 Aralık 2013 Cumartesi

AŞK…Iris&John


(Hikaye Ünlü İrlandalı Yazar Iris Murdoch ve Oxford Üniversitesi İngilizce Profesörü olan John Bayley’in gerçek hikayesidir. )

Aşk garip bir şey. Hiç şüphe yok ki dünyayı döndüren sadece ve sadece o. Tek önemli etkinliğimiz. Onun dışında her şey toz, çınlayan ziller ve can sıkıntıları. Ama öte yandan nasıl bir bela olduğu da malum. Nasıl da imkânsızı hayalinde yaratır, ulaşılmazın ayaklarına sarılır. Herkesin herkesi dilediği gibi sevebileceği, tuhaf bir düşüncedir. Doğada bunu yasaklayan hiçbir şey yok. Kediler krallara bakabilir, değersizler iyileri, değersizler değersizleri, iyiler iyileri sevebilir. Veee bir bakmışsınız: büyük ışık belki gerçeği belki yanılsamayı ortaya koyarak yanıyor. Ne acıdır ki, gizleme kalbi yer bitirirken insan nasıl yalnız seviyor, solipsizm içinde,


beyhude bir kapsül içinde. Her şey olabilir, yani bir şekilde, korkunç bir şekilde, imkânsız diye bir şey yoktur. Ah, ben de bunu düşündüm canım ve bu acımın önemsiz bir parçası değildi hiç. Sen beni sevebilirdin. Bu ne yazık ki, mantıksal olarak mümkündü. Fakat benim gitmeme sebep, görünenin olanaksızlığını anlamam değil, çok büyük aşkımın çok büyük bir yıkıcı olduğunu bilmemdir. Eğer aziz olsaydım seni sever ve bunu sana söyler, senin yanında kalır, sana hiçbir zarar vermez, seni zararsız hava gibi çevreler ve seni ne kadar sevdiğimi fark etmeni sağlardım.”
Iris Murdoch, Rüya Sakinleri,
Ayrıntı Yayınları

Tepeden aşağı bisikletle hızla inen güzel kadının ardından ona âşık olan genç adam bağırmaktadır:
Iris, yavaşla! Dur! Sana yetişemiyorum!
Yavaşlayamam. Sen bana yakın durmaya çalış. Bir şey olmaz!
İngiliz yazar Iris Murdoch’un hayatını anlatan "Iris" filminde üç kez aynı sahne tekrarlanıyor. Adam, kadının hızına yetişemiyor ömür boyu, ama ona "yakın durmayı" beceriyor.

Iris yaşıyor ve yaşadıklarını yazıyor. Aşkı, hayatı ama ille de aşklarını yazıyor.
Adamın adı John... John Iris’i seviyor, belki de daha ilk görüşte, tek kelime söylemeden öylece seviyor işte. Iris erkeği arzuluyor sadece! Ötesi berisi yok, ne varsa adama karşı içinde sadece fiziksel bir arzu o kadar...
John Iris’i seviyor... İşi gücü o Iris oluyor... İris’in hayatına başka başka erkekler ve kadınlar da giriyor. John tek kelime etmiyor, seviyor İris’i. Onun yanında olduğu anlar hayatının en mutlu anları. John Iris’in aklını seviyor, yüzünü seviyor, gülüşünü, gözlerini seviyor. Bir insan birini neden sever? Cevabını bilmiyor... Sadece seversin; adam da öyle seviyor işte...
Günün birinde Iris da tek kelime etmeden kendisini seven erkeği seviyor. Iris zaten aşkı seviyor ve dünyanın her yerinde aradığını, sevdiğini yanı başında buluyor... İris’in yazdıklarını okuyor John. Her okuyuşunda, her satırda, her kelimede, her harfte İris’i daha da çok seviyor.
Dünya bir yana sevgileri bir yana oluyor.
Birlikte yüzmeye gidiyorlar bir gün... Iris yüzüyor. Ne varsa hayata dair o gün, o su kenarında İris’in teninde yüzüyor. John bir kenarda, ne varsa o gün o su kenarında güzel olan John kendisini bir yana koyup Iris’e yoruyor...
Birlikte günbatımını seyreder gibi paylaşıyorlar bir hayatı.
John Iris’i seviyor, Iris erkeği... Birlikte yaşlanıyorlar! Ve bir gün Iris erkeğin onda en çok sevdiği şeyi kaybediyor: Aklını...
Iris hatırlamıyor erkeği, hatta kendini bile hatırlamıyor... Ne varsa hayata dair biriktirdiği bir bir unutuyor...

John Iris’i seviyor, hiç bırakmıyor elini. Iris unuttukça John hatırlıyor...
Iris unutuyor adını, unutuyor yaşadıklarını, ne eski sevgilileri kalıyor ne yazdıkları...
Birlikte yüzmeye gidiyorlar yine! Iris korkuyor suyun altında yüzmeye, tam batacakken John uzanıp tutuyor ellerinden... Iris unutuyor, John hatırlıyor bir zamanlar yaşadığı hiç hatırlamak istemediği şeyleri...
Bir akşam John hemen karşısında oturan Iris’e bakarken onu başka bir erkekle sevişirken gördüğü günü hatırlıyor... Yavaşça kalkıp koltuğundan başka bir odaya gidiyor sessizce... Nasıl sessizce sevdiyse Iris’i öyle sessizce hatırlıyor işte...
Iris hatırlamıyor hiçbir şeyi, yavaşça yerinden kalkıp erkeğin gittiği odanın kapısının önüne geliyor. Tek kelime etmeden kapının camına parmaklarıyla vuruyor... John Iris’i hatırlıyor, John Iris’i görüyor, yerinden kalkıyor kapıyı açıp bir kez daha elini tutuyor.
John Iris’i seviyor... Iris erkeği seviyor... İkisi arasındaki aşk, Iris’in cama vuran parmaklarında gizli...


13 Aralık 2013 Cuma

BİR FERHAT GÖÇER KONSERİNİN ARDINDAN SEVGİ ve ACI ÇEKMEK ÜZERİNE

BİR FERHAT GÖÇER KONSERİNİN ARDINDAN SEVGİ ve ACI ÇEKMEK ÜZERİNE
Geçen gece Fethiye Kültür Merkezi'nde Nilüfer Belediyesi'nin organizasyonuyla gerçekleşen Ferhat Göçer konseri vardı. Tüm çok bilmişler gibi Ferhat Göçer'e burun bükerek gidenlerdendim. Ancak sahnede yaptığı işe, ayrıca da repertuarının Fredy Mercury'den Georges Bizet'e, Sıla'dan Münir Nurettin'e kadar olan genişliğine, ses aralığına sahne ışığına şapka çıkarmak gerek.
Konserin büyük bir kısmında söylediği eserlerden yola çıkarak fark ettim ki biz toplum olarak sevgi acısı çekmekle ilgili şarkıları büyük bir zevkle dinliyoruz. Aristotales'in Poetika adlı eserinde dediği gibi sanat acıma ve korku duygularını yaratarak haz üretebilmelidir. Korku ve acıma yoluyla bu tip duygulardan arınma etkisi Aristoteles tarafından katharsis olarak adlandırılmıştır. Bu tanımlamanın da farkında olunca görülüyor ki; hemen hemen hepimiz benzer olan acılarımızın dile getirilmesinden keyif alıyoruz.
Peki neden sevgi ve acı çekmek iç içe ilerliyor?
Bilindik bir gerçektir ki; sevgiyi basitçe tanımlamak oldukça zordur. Çünkü kişi sevginin içinde gelişir. Bu nedenle de, yapacağı tanım değişiklik ve genişlemeye uğrar. Oysa sevgi hakkında söylenebilecek belli bazı şeyler, konuyu incelemek ve tartışmak için açıklamaya yardımcı olacak bazı öğeler bulunmaktadır.
Sevgi öğrenilen duygusal bir tepkimedir. Bir grup öğrenilmiş dürtü ve davranışa karşılık olarak verilen yanıttır. Tüm öğrenilen davranışlar gibi sevgi kişinin çevresiyle, öğrenme yeteneğiyle, bu yolda var olan zorlamaların tipi ve gücüyle birlikte ortaya konulur. Gene de, sevgi konusunda öğrenilmesi gereken birçok şeyin olduğunu pek az kişi düşünür. Oysa, günümüzde çoğunluk sevginin açlığını çeker; mutlu mutsuz sayısız film görür, sevgi üstüne söylenmiş yüzlerce değersiz şarkı dinlerler – gene de sevgi konusunda öğrenilmesi gereken birçok şeyin bulunduğunu pek az kişi düşünür. Dinamik bir karşılıklı etkileşim olan sevgi tüm yaşamımız boyunca ve yaşamımızın her saniyesinde yaşanır. Her zaman her yerdedir. İnsan sevgiyle olgunlaşır. Bu konuda daha çok öğrendikçe yanıtları değiştirmek ve böylece sevme yeteneğini genişletmek için daha çok fırsat eline geçer. İnsan ya sürekli olarak sevgiyle olgunlaşmakta ya da ölmektedir. Bu şekilde eylemler ve karşılıklı etkileşimleri onun yaşamını tümüyle değiştirir.
Kişi sevginin güvenilecek bir şey olduğunu keşfedecektir. Çünkü güven, inanç ve kabul üstüne oturtulmazsa bu sevgi olamaz. Bu konuda Erich Fromm şöyle demiştir: “Sevgi bir garanti olmadan kendimizle yüklenimde bulunmak; sevilen kişide, bizim sevgimizle sevgisinin oluşacağı umuduyla kendimizi tümüyle vermektir. Sevgi bir inanç eylemidir. Kimin biraz inancı varsa onun aynı zamanda biraz sevgisi de vardır.” Mükemmel sevgi, kişinin bir şeyi vermesi ve bir şey beklememesi olabilir. Kuşkusuz kendisine bir şey sunulursa bunu almakta istekli ve hevesli olacaktır. Ancak kişi kendiliğinden hiç bir şey istemeyecektir. Çünkü insan hiç bir şey beklemez ve istemezse, hiçbir zaman aldatılmış ya da düş kırıklığına uğratılmış olmaz. Sevgi yalnızca istemde bulunulduğu zaman acı getirir.
Budistler “istemde bulunmayı bırakınca” aydınlanma yolunda tam ilerleyeceğimizi söylerler. Bu imrenme duyulacak barış durumuna belki de hiç varamayacağız ancak (kendimiz dışında) istemeden ve beklentimiz olmadan yaşayabildiğimiz sürece düş kırıklıklarından uzak kalabiliriz. Başkaları sizin istediklerinizi değil, yalnızca muktedir oldukları şeyi verebilirler ve vereceklerdir.
Sevgiyi arayan insan, sevginin sabırlı olduğunu görecektir. Seven insan kişilerin sevgiye ilişkin fikir ve deneyimlerinin farklı olduğunu bilir. Her insan kendine özgü hızla, kendi yol ve yordamıyla, kendi zamanında ve kendi benzersiz benliğine uygun biçimde olgunlaşacaktır. Bu nedenle kişiyi yargılamak, azarlamak, onun hakkında önyargılı olmak, ondan istemlerde bulunmak ya da birtakım varsayımları ileri sürmek yararsızdır. Sevgi sabırlı olmalıdır. Sevgi bekler.

9 Aralık 2013 Pazartesi

CAN YÜCEL’den AŞK’ın TARİFİ

Bir süredir aşk’a dair yazarken, bir dostum Can Baba’nın bi yazısını gönderdi. Can Yücel’in kalemine her zaman hayranlık duymuşumdur.. En güzel duyguları cok güçlü bir duygu yoğunluğu kullanarak anlatır her zaman üstad.. Özellikle şu sıralar aşkı son haddine kadar iliklerine kadar hissederek yaşayanları cok etkileyeceğini düşündüğüm bir kısa yazı. Hissetmemek, hislenmemek elde değil. Birlikte olmayı birlikte olma arzusunu beraber yaşlanma arzusunu o kadar yalın ve duygulu anlatmış ki “bu kadar olur ” demekten kendimi alamadım.. Bu nedenle de bu hafta sizlerin de affına sığınarak Can Yücel’e sözü bırakmak ve de sizinle paylaşmak istedim…

Seninle yaşlanmak istiyorum. Seneler geçsin, sen beni bil, ben seni bileyim istiyorum. Benim olduğu kadar dostlarının, dostlarının olduğu kadar benim ol istiyorum. Nice sıkıntı ve zorluk yaşayıp anlatalım.
Yaşayalım ki, öğrenelim hayatı ve destek çıkmayı. Birbirimizin omuzlarında ağlamalıyız. Sen çok dertlenip, içip, arkadaşlarınla eve gelmelisin. Paylaşmalı ve beraber sıkılmalıyız. Öyle ki, yalnız sıkılmak sıkmalı bizi.
Yaşayalım ki, paramız olunca sevinelim. Güzel günlerimizi, evimizde, bir şişe şarap ve pijamalarımızla kutlamalıyız. Ya da bazen dostlarla ucuz biralar içerek… Böylece yaşamalıyız işte.
Sonra çocuğumuz olmalı, düşünsene, senin ve benim olan bir canlı. Geceleri ağladıkça sırayla susturmalıyız. Sen arada mızıkçılık yapmalısın. Ve ben söylenerek sıranı almalıyım. Yorgun olduğum için yemek yapmamalıyım, söylenerek yumurta kırmalısın. Hava soğukken birbirimize sıkıca sarılıp yatmalıyız.
Zaman su gibi akıp giderken, her şey yaşanmış bir hayatımız olmalı. Her şeye rağmen hiç bıkmamalıyız birbirimizden. Mutlu da olsa, kötü de olsa, yaşadığımız günler bizim günlerimiz olmalı. Saçlara düşünce aklar ya da gidince aklar, çocukları güvence altına alıp gitmeli bu şehirden. Kavgasız, her sabah gürültüyle uyanılmayan, sessiz bir yere gitmeliyiz.
Geceleri balkonda denizi seyredip, sandalyelerimizde sallanmalıyız. Eve gelip, benden kahve istemelisin. Çocuklar gelmeli ziyaretimize, geçmişteki hareketli günlerimizi anımsamalıyız…
Öyle sevmelisin ki beni, bu yazdıklarım korkutmamalı seni. Tebessümler açtırmalı yüzünde. Bir gün bu hayatı bırakıp giderken, sadece mutluluk olmalı yüzümüzde, birbirimizi sevmenin gururu olmalı her şeyde.”


21 Kasım 2013 Perşembe

Kapımı Çalıp Duran Sonbahar


Mevsimler geçer gider, yazı sevenler hüsrana uğrar. Sonbaharı eteğine toplayanların içini buruk bir hüzün kaplar... İnanması güç gelir, yazın erken bitmesi. Bursa' da güzeldir sonbahar, ağaçların olduğu yerde güzeldir herhalde. Sararan, solan yaprakların yollara düşüşü güzeldir. Yağmurun cama vuruşu dünyanın neresinde olursanız olun güzedir. Sıcak bir kahveyi yudumlamak dost sohbeti hayatının fonunu oluşturuyorsa sonbahar güzeldir, her yerde. Üşüyorsanız, yalnızsanız, sıcak bir sohbetten mahrumsanız ve mevsimlerden sonbaharsa, o zaman etkilenmemek mümkün değildir, mevsimlerin geçişinden. Sonbahar; hüznün ve kahverengilerin mevsimi. Yağmurun ve hazırlanmanın mevsimi. Eteğinde anılar biriktirenlerin mevsimi. Eteğinde sonbaharı biriktirenlerin mevsimi. Gördüğünü hisseden, gördüğünü fark edenlerin mevsimi. Tüm güzelliklerin içindeki hüznü görebilenlerin mevsimi. Yağmuru sevenlerin, ıslanmayı tercih edenlerin mevsimi. Kaldırımları ve şiirleri sevenlerin, bankları ve parkları sevenlerin mevsimi... Sonbahar, son baharını geçirenlerin mevsimi, sonbahar; gençliği ve zamanını geçirenlerin mevsimi. Sonbahar, hüzünlü, kederli şarkıların dinlediği mevsim. Yazın dertlendirmeyen sözlerin, idrak edildiği mevsim. Sonbahar, sinemaya sevdiğinle gidip el ele romantik film izlediğin mevsim. Yazdan kalma günleri iple çektiğin mevsim. Benim için evde güzel filmler izlemenin, camdan yağmuru seyretmenin, kitap okumanın ağır bastığı mevsim. Bana zamanın geçtiğini en çok hatırlatan mevsim. Burukluğun ve buruk şarabın tadını en çok bu mevsimde severim. İşte size sonbahar; keyfi ve kederi ile yağmuru ve temizliğiyle..
Yalnız kalmanın insana en yakışacağı mevsim hangisi derlerse bana, hiç düşünmeden sonbahar derim. İşte böyle zamanlarda dinlediğim her şarkıda söyleyemediklerim var.
Caddenin ortasında öylece durdum izliyorum. Bütün bakışlar farklı, tatlı bir telaş var koşuşturan bedenlerde. Şehrin en gürültülü yerinde içimde bir sessizlik hakim. Bir annenin çocuğundan ayrılması kadar buruk etraf. Duygularım buz gibi, üşüyorum. Özlemim tarifsiz. Kaç zaman oldu bilinmez. Zaman hızla akıp gidiyor ve ben engel olamıyorum. Beynimde cevaplayamadığım sorular. İlk kez kendimle çelişiyorum. Giden gerçekten ben miydim yoksa sen benden gideli çok mu oldu söyle? Pişmanlıklar fayda etmiyor yaralarıma. İçimdeki yıldızlar sönük. Her yeni gün sana uyanıyor kırgın duygular. Gitmekle kalmak arasında ağar bir savaş var. Bak yine gün ağardı. Ben sabahın ilk ışıklarında içimde biriktirdiklerimle baş başayım. Kendime bile itiraf edemediğim kelimeler beynimi kemiriyor.

Ortalıkta bir sürü ben dolaşıyor sensiz... Mevsim sonbahar ve ben vazgeçtim aşk! Artık sen bana bakma…

11 Ağustos 2013 Pazar

Kalbimi kıyıya çektim…


Hayal bir aşktı. Kalp kapakçığı hep ona açılıyordu. Işıktı. Karanlık bir dünyadan kurtarıp, kendi ışığıyla kör eden bir ışıktı.
Ben seni bir uzak okyanusun derinliğinde buldum da sevdim, parlak bir inciydin benim için. Ben seni soğuk ve yağmurlu bir günde, Seni düşünürken gülüşündeki sıcaklığın içime dolup da beni sardığı bir anda sevdim. Seni sadece boyun saçların ya da gözlerin, güzel bir yüzün var diye değil… Fikirlerinle, konuşmandaki güzelliğin ve benim o kor halde yanan yüreğimle sevdim. Ben seni derinden ve hissederek sevdim, her kalp atışımda vücudumun dört bir köşesine yayıldığını beni sardığını her nefes alışımda ciğerlerime işlediğini bilerek sevdim… Yaz sıcağında uyuyamayıp sıkıntılarım olduğun ve rüyalarımda buluştuğumuz gecelerde sevdim. Seni ellerinden tutup kanımın kaynadığı kalbimin yerinden fırlayacağını hissettiğim anlarda; o ıslak dudaklarınla beni sevdiğini söyleyeceğin anları düşünerek sevdim… Ben seni o sensiz anlardaki boş ve değersiz geçen dakikalarda, kayıp zamanlarımızda, seni arayıp bulamadığım, çaresizlik içinde olduğum, içki sofralarını dost bildiğim anlarda sevdim. Ama korkuyorum! Korkuyorum evet; seni kaybetmekten ve seni daha fazla üzmekten. Bir çiçek misali ne ellemeye ne de koparmaya kıyamıyorum uzaktan seyrediyorum çünkü; her şey olduğu gibi kalsın istiyorum. Ben hep bir sıfır mağlup olayım; sen olduğun gibi kal. Ulaşılmaz. Dokunulmaz. Koklanılmaz. Ben olduğum gibi… Sen olduğun gibi… Dünya olduğu gibi… Ne bir mükâfat verdin bana ne bir ceza. Ama cennetini de biliyorum, cehennemini de. "Seni uzaktan seviyorum...." diye düşünüyorum içimden. "Yaklaşmadan, anlatmadan, anlaşılmadan... Ben seni beklentisiz seviyorum. Hiçbir şey ummadan, talepte bulunmadan, hayal bile kurmadan. Kendi içimde taşıdığım sessiz sedasız bir sır bu. Ben belki de senden çok bu sırrı seviyorum."
Sırrın senden bile güzel çünkü senden bile özel. Sırrın bir mum alevi, sırf yanmaya devam etsin diye karanlığı gündüze yeğliyorum. Kimse bilmiyor, bilmesi de gerekmiyor. Hem kim ne anlar? Ateş bu, hep düştüğü yeri yakar. Bense ne bir şeyleri değiştirmek peşindeyim, ne bir yere varmak. Ne sahip olmak derdindeyim, ne kendimi kanıtlamak. Her şey olduğu gibi kalsın istiyorum. Ben hep bir sıfır mağlup olayım; sen hep uzak bir hayalden ibaret. Sen olduğun gibi kal. Ulaşılmaz. Dokunulmaz. Koklanılmaz. Ben olduğum gibi. Dünya olduğu gibi. Ben senin ismini tutuyorum ağzımda, damağımda, ruhumda. Kaygılarını biliyorum, yalnızlıklarını, kırgınlıklarını ve hırslarını da. Kalbinin ritmini duyuyorum; yanında olmasam, elini tutmasam da. Seni olduğun gibi sevdim, tüm günahların ve arızalarınla. Uzaktan sevmenin en güzel yanı bu zaten. Kimseyi değiştirmeye kalkmıyorsun. Her şeyi olduğu gibi kabulleniyorsun. Aynı gök kubbenin altında yaşadığımızı bilmek yetiyor bana. Başımızı kaldırdığımızda gördüğümüz sema aynı, yıldızlar aynı, dolunay aynı. Bunu bilmek yetiyor bana. Umurumda değil ki nerede uyuyorsun, kimin yanında.

Bacağında kurşun parçasıyla yaşayan bir asker gibiyim. Etimde yabancı bir madde, kemiğimde bir metal parçası gibi duruyor aşkın bende. Başkası duysa korkar, "aman" der. "Nasıl olur? Böyle de yaşanır mı?" Hâlbuki ben alıştım. Rahatsız etmiyor beni, onu anladım. Şarapnel ve ben, gül gibi geçiniyoruz, yan yana ama karışmadan birbirimize. Kalbimi kıyıya çektim…