30 Aralık 2014 Salı

her gece biraz daha

içimde bir huzursuzluk, sessizlik… içinde bulunduğum ruh halini kendime bile anlatmıyorum, düşeceğim umutsuzluktan korkuyorum… korktukça üstüme yıkılıyor kurduğum bütün düşler.. enkazlar altında kalıyorum duymuyor kimse, gidiyor sanki herkes… değersizleşiyorum aldığım her nefeste, yaşadığım hissi azalıyor… umutlarım çekiliyor vücudumdan, kurulmamalılar artık hayaller… beklediğim her an daha da uzayacakmış gibi geliyor hayatın getirdiği bütün o gereksiz hareketlilikler… oysa ben yalnızca yatağımdan kalkıp, bir vakitte geri yatıyorum… içimde kopan fırtınalara inat, dışım sessiz, hareketsiz… yığılıyorum her gün oturduğum sandalyeye, kalkasım gelmiyor… açtığım bir pencereden izliyorum bütün gün dünyayı… insanları görmüyor pencerem, seviniyorum.. görmeye tahammül edemiyorum insanları bazen, çaresizliğimi yüzüme vuruyorlar sanki… onlar gülüştükçe, kendi içimde ki yaralar gülmeme engel oluyor, sızlıyor… elim kolum bağlanıyor bütün gün, bıkkınlık hissi baş gösteriyor, düşünemiyorum yenilikleri.. takılı kaldığım düşünceler her gece çöküyor üstüme, sabahlar olmuyor.. gündüzleri farklı, gündüzleri nefes alıyorum sanki ya da bana öyle geliyor… kendimi bulduğum her geceyi biraz daha uzatmak istiyorum, sonra biraz daha, biraz daha.. zamanla sadece geceleri yaşayabiliyorum gibi geliyor, gündüzleri yok sayıyorum… gündüz vakti yapılan görüşmeler ciddiyetsiz, dinlenilen müzikler hadsiz, içilen içkiler geceye ihanetmiş gibi sızlatıyor içimde ki yalnızlığı… kendimi bulduğum her gece biraz daha yalnızlaşıyorum… her gece biraz daha…
her gece...
biraz daha...
özlüyorum...

28 Aralık 2014 Pazar

Şems... Bi dinle beni...

Seviyorum Şems.
Aynı zamanda, içmeye devam edebilmek için az önce kendimi kahveyle ayılttım.
Bütün bu saçmalıklar hep senin başının altından mı çıkıyor Şems?
Allah’la ortaklaşa mı çalışıyorsunuz bu beni gittikçe batırma hususunda?
Yoksa bütün bunları kendime ben mi yaptım?
Bütün olanların ve olamayanların benim suçum olduğunu kabullenmek çok acı Şems.
İçim acıyor Şems, acıma hakkı bile yokken acıyor, ona daima güçlü olmasını bin kere tembihlediğim halde acıyor; sabahın ilk kahvesini içerken de acıyor, gecenin son duasını ederken acıyor Şems.
Neden bu kadar zor olmak zorundaydı Şems?
Aşktan meşkten geçtim, onlar zaten benim için birer lüks; yaşamım, neden bu kadar zor Şems?
Kendimi öldürmeyi hiç düşünmedim, ısrarla ve istikrarlı bir biçimde nefes doldurmayı sürdürdüm ciğerlerime, hatta temiz hava çok yavan geldi, alkol kattım içine, bu çabalarımın karşılığı bu mu olmalıydı Şems?
Yaşamayı denedikçe işler boka sardı, her şey çok yanlış gitti, hiçbirinin böyle olmasını istememiştim ama böyle oldu Şems.

Bu hayatın bana bir tür “siktir git” deme biçimin mi sence Şems?
Ama ben gitmek istemiyorum Şems, kimsenin hiçbir zaman umrumda olmadı benim ne istediğim biliyorum, ama ben gitmek istemiyorum Şems.

Beni bu saçma sapan bedene hapsedip, üzerine lüzumundan çok fazla hassasiyetler, ince düşünceler, kırılganlıklar yükleyip bu dünyaya postalamak istediğinde, niçin Allah’ı durdurmadın Şems?
Niçin bunun en başından bomboş bir ömür olacağını, yaşanmasına hiçbir gereğin olmadığını hatırlatmadın?
O’na benim, odasından çıkıp hayata karışma özürlü bir ucubeye dönüşeceğimi niçin söylemedin Şems?
Belki, sen de başka bir şeyler ummuştun, tıpkı benim kendimden bir zamanlar umduğum gibi.
Ama bu kadar oldu Şems.
Artık, yedek kulübesindeki yeri bile göze batan, istenmeyen bir oyuncuyum bu başından beri çözemediğim oyunda biliyorum.
Kontratımı karşılıklı feshedebiliriz, hiçbir şey istemem karşılığında Şems. Benim, kendimin, o anlaşmayı yırtıp atacak gücü yok, kalmamış, hadi hayatında ilk kez olarak bana bir iyilik yap Şems.

Bu cumartesi alkolleri hiçbir şeye çare değil, biliyorum Şems.
Hiçbir kalp kırıklığına, hiçbir çözümsüzlüğe, hiçbir yaraya merhem değil.
Ama dayanamıyorum Şems.
Bunları söylemek benim için hiç kolay değil, ama ruhum ölüyor benim.
Hiç iyi değilim Şems...

İnan bana, sürekli çabaladım Şems, şu hayatta birkaç dostum var, onlar buna şahit.
Ama olmadı, bir boka yaramadı, yetmedim yaşamak için.
Son kez tekrarlıyorum; ben, kendim, yapamayacağım, alın beni bu oyundan Şems.
Seviyorum Şems.

11 Kasım 2014 Salı

kafalar hep karışık

Bir yeri düzenlemenin birbirinden farklı onlarca yolu vardır. Küçük bir biblo, renkli ışıklar, bir kilim, ya da bir bombası yeterlidir bu işe. Önemli olan düzenlenecek yerin özelliklerine uygun materyalleri bulup kullanabilmek. Düzenleme ya da dekorasyon, bir mekanı güzelleştirmek için kullanılan yöntemdir. Mekan gerekli midir? sorusu, aslında havada kalıyor. Doğal çevreden uzaklaşan insanın kendisi için oluşturduğu yapay bir doğadır mekan. 

Haliyle konuya bu açıdan bakınca "kaçmak" da tek başına anlamsız bir kavramdır. Daha doğrusu, eksik. Örneğin evden kaçmak doğru mudur? Nereden kaçtığın kadar nereye kaçtığın da önemlidir. Evden, başka bir eve kaçılıyorsa ne anlamı var kaçmanın. Ama evden sokağa doğru (sokağa; yani hayatın, aşkın, şiirin diyarlarına) kaçılıyorsa elbette taktir edilecek bir davranıştır bu.

Neyse mekansal düzenleme konumuza geri döneyim. Yerine göre, salonun ortasında yatan bir ceset bile bulunan mekanı süsleme malzemesi olarak kullanılabilir. Cinayet denilince silahı alıp birini vurmak geliyor aklımıza. Eğer bir canlıyı öldürmek söz konusuysa, bunu hücre ya da doku düzeyinde ele almamak için hiçbir neden yok. Sinirlenip duvara yumruğu atan birinin elindeki yüzlerce hücre bir anda ölmüyor mu? Hem bir kadeh rakı içerek kaç tane beyin hücresini öldürdüğünü kimse hesaplamıyor.

Evet, bir yeri dekore etmenin çeşit çeşit yolu vardır. Dünyayı dekore etmek de çok zor değil aslında. Önemli olan uygun malzemeyi bulabilmek. 

Neyse, kafalar hep karışık ve gerçekten canımız cehenneme!!!


çok mikemmel zannetmiştik...

 hani; “türkü dinleyen, çay içen, kitap okuyan insandan zarar gelmez” gibi bir şey var ya...
kanmayın o'na cancağızlarım... türkü dinleyen, çay içen ve kitap okuyan insanlar ağzınıza sıçabilir.
 sonra "vay efendim, biz bilmiyoduk, onlar çok mikemmel zannetmiştik, duvar yazısı da vardı" falan demeyin diye, hatırlatmak istedim.

10 Ekim 2014 Cuma

Beyazlığında kirlenememek

Meksika aslılı Kanadalı şarkıcı Lhasa De Sela’nın “De Cara A La Pared” isimli şarkısını dinlerken yazmaya başladım. Şarkının sözleri; “llorando/ de cara a la pared,/ se para la/ ciudad./ llorando/ y no hay más,/ muero quizás./ ha! dónde estás?”* der. 37 yaşında göğüs kanserinden ölen şarkıcının sesi kendinden geçirir her zaman dinleyenleri… bana da etkisi aşağıdaki yazı oldu.



Görüp de sevdiğim, sevip de anlattığım/aldattığım kaç kadın vardı unuttum.
Daha tanımadan sevemediğim…
Tanıdıkça nefret ettiklerim…
İstemeden kırdıklarım…
İstediğim halde kıramadığım kadınlar…
Görmezden geldiğim halde, gözümden sakındığım ..
Yüzüne tüküresim geldiği halde, yüzüne kurban olduğum ..
Ben kaç kadın tanıyıp da seni sevdim?

Biz hiç bakışmadık uzaktan,
Ama çok heyecanlandık yakın mesafelerde.
Parmak uçlarımızda tanıştık, günübirlik kaynaştık, senelik seviştik.
Bir öpüşün bin sevişin oldu bana. Bir dokunuşun, bin hayat oldu.

Yalnızların uçurumunda buldum kendimi.
Hatalarımı sırtlandım ve sana sığındım. Ruhuma tek iyi gelen varlığına tutundum.
Gel içimin gülen yüzü... Gel ve gitme ne olur!
Hüznüm ve mutluluğum kelimelerde... Virgüller umudum, noktalar endişem…
Ben diye başlayan her cümlemdeki eksik kelimem sen!
Kelimelerde gizli ruhum. Bir dünya kelimelerden kurdum
Yazdım.
Bir daha yazdım.
Kelime kelime seni büyüttüm…

Ama yine de paramparça et kalbimi, şayet beni kırmakla, kendi kırklarını onarmış sayıyorsan.
Ruhumu tanınmayacak hale sok. Yarın nerden başlasam diye düşüneceğim bile gelmesin içimden.
Ben senle bunu öğrendim; tek kişilik aşk, iki kişilik olunca savaşmış.
Dokunulan her noktanın adını sen koymak…
Ben yarım sayfalık hikâyelerin kahramanı.
Siyahken beyazına bulandım da,
Beyazlığında kirlenememek neden?
Ben belki temiz yaşamın, kirli adamıyım.
Sen ki beyazlığını bana bulaştırmışsın.
Ya renklerin içinde kaybolmayı da denesek?
Kırmızı sana, yeşil de bana ne çok yakışacak belki...



* “ağlarken/ duvara karşı/ şehir duruyor/ ağlarken/ ve başka hiçbir şey yok/ ölüyorum belki de/ ah! neredesin?

17 Eylül 2014 Çarşamba

hissedememek

Müthiş bir uğultu ve koşturma içinde kendimi unutmaya çalışıyorum. Çöp ev gibi zihnim. Tıkış tıkış, toz, küf, pas içinde. Kepenkleri inik odalarda saklı olan ne? Kendimle başbaşa kalmak mı yoksa beni korkutan?

Yalnızlıktan ne kadar kaçarsam kaçayım, içimde gece yarıları ter içinde uyanıp başını dayayacak sıcak, güvenilir bir göğüs arayan korkmuş, susamış bir çocuk olacak. Yalnızlıktan kaçtıkça başka türden bir yalnızlığın kollarına atılıyorum. başka tenlerde de bir sey hissedememek. Tenimde tek hissettiğim japon fenerinden sızan kirli beyaz ışık.

her geçen gün farkediyorum, ben olmayacağım gittiğim o yerlerde, aynadaki suretim olacak hep...

30 Ağustos 2014 Cumartesi

masada kalan

     Ben gecenin saçma bir saatinde masadan kalkmadan önce her şey yolundaydı. Ne olduysa mutfağa gidip kendime makinadan bir kahve aldığım sırada oldu.

     Mutfaktan döndüğümde bomboş buldum etrafı. İçinde üç beş kişinin olduğu bir öykü olacaktı buralarda. Kelimeler duruyordu yalnızca. Kim bilir nereye gitmişti o öyküye yazılacak insanlar? Bir sürü başıboş kelime kalmış masada. Hangisini hangisinin yanına koyacağım belirsiz. Seni de davet edemiyorum ki ne vakittir aralarına, olsaydın burada birazını sana pay eder, tamamlardım yazıyı. Baş başa kaldım işte şimdi kelimelerle. Bazı geceler hangi kelime gelse yanıma, bir bahane bulup kovarım ben. Öykülerin en boktan adamı olabilirim. En huysuzu, baş edilmezi. Oysa şimdi elimde kendimden başka kimse yok. Pencereden esen rüzgarla masadan uçuşan kelimeleri toparlayıp bir araya getirmem gerekiyor. Uyuyacağım ve tüm gece evi talan etsinler istemiyorum.


     Kelimelerle baş başa kaldığımda genellikle hüzünlenirim ben. “Kalemim karamsardır benim.” Uykusuzluk ve gece, karanlığı çağırıyor. Yine öyle oldu. Havada uçuşan birkaç kelimeyi topladım: yalnız, ezgi, aslı gibidir hayat, hayal, pencere… Tek başıma tamamlayacağım kelimeler değil bunlar. Bir gece seni çağıracağım yazıya, o zaman baştan başlarız. 

29 Ağustos 2014 Cuma

deli düşünceler...

     Sessiz ve uykusuz bir gecenin içinde saklı karanlıklarda, üzeri örtülü bedenlerin en açık rüyalarında gizli yalanlar.

     Yalanlara sarınacak bedenler. Yalanlarla güzelleşecek. Süslenecek. Yalanlarla yarattığı bu güzelliğin beğenilmesini isteyecek. Tapınmayı bekleyecek; her gün, her an, yeniden ve yeniden bir ben, bir sen, bir biz inşa ederek…

     Yalandan yanan yüreğini başkasının ellerine sunmak mümkün mü? mümkün mü aşk? sevgi?

     Kaç elin var, kaç ayağın, kaç gözün, kaç yüreğin, kaç ben’in, sen'in, siz'in? Çatlaklardan sızan birkaç kelime, kimin? Kimin kelimeleri, kelimelerin, kelimeleri?

     Bu bir rüya deyip dalmalı rüyaya; ya da uyanmalı rüyadan korkutucu gerçeğe. Toprağa çizilmiş bir çembere hapsolmalı, kurtulup çarptığın köşelerden; ya da durmalı… ya da… durma...

     İnsan bir rüyanın içinde… çıplak. Bir tarafı yalan, dolan... bir tarafı isyan; diğer tarafı… diğer tarafı?
bu bir rüya sadece; uyan. bu bir rüya. Uyansana! U-yan sana… Yan sana… yan!

     Dokunmaktan korkan parmakların ucunda, dipsiz umutlar.

     Saklı olan her ne varsa… hiç kimse, hiç birimiz göründüğü gibi değil...

(gazeteye yazılacak disleksi konusu üzerine çalışırken kafada dönen deli düşünceler) 


2 Haziran 2014 Pazartesi

...bir kış geçirdik


Yaz geliyor. Geçen sene bahar gelse de Yaz gelmemişti. Yaz gelir gibi olduğunda, ölüm hem akla hem başa gelmişti. Şimdi Yaz geliyor.

Geçen sene ölüme yatırdı bazı çocuklar bedenlerini. Belleklerini yitirdi kimisi. Kimisi öldürülerek kurtarıldı. Kimisi ölüme terk edildi genç yaşında. Sonra her fırsatta yeniden gördük sokak linçlerini. Alışmıştık, yalnızca anneleri başka dil konuştuğundan,  inançlarının yolu biraz faklı olduğundan, şehirde değil de hepimizin kökeni olan taşrada doğduğundan, iki kere sömürülen, öldürülen, kaybolan insanlara. Alışmıştık yüzyıl yeni başlamışken daha, çok da delikanlı geçinen birileri, yiğit bir Ermeni Gazeteci’yi vurduğunda sokak ortasında, sırtından hem de.

Yaz geliyor.

Yaz geliyor diyor birileri. Kan durdu da diyor o birileri şimdilerde. Ama kendi çocuklarını bile, dağlarına serptiği açlıkla terbiye eden bir coğrafyanın güneşine ne kadar güveneceğimi kestiremiyorum yine de. Gözyaşının beş para etmediği, analar ağlamasın derken bile iki yüzünden de riya akan siyasetçilerin elleriyle şekillenen bir hayatın ortasında yine de yeşerirken yaz, kan durdu işte diyenlere gösteriyorum Ethem’in kafasından sızan, yerde biriken kanı.

Yaz geliyor ve her yaz gelişinde olduğu gibi şehitlerine ağlıyor bu ülkenin iki yüzlü insanları. Çanakkale Savaşı’nda ölenlerin, o on beşlik çocukların ruhları üzerinden bile bugünkü kirler aklanıyor. Yaz geliyor. Bir zamanlar yalnızca “ölebilmek kabiliyetleriyle” bir yurdu kurtaranlardan,  kendini kurtarmaya çalışanlara uzanan zorlu yolculuğun kayıtları saçılıyor ortalara.

Yaz geliyor. Gezi Parkı’nda ölenlerin o saygın anıları üzerinden üç kuruşluk politikalar çıkarmak için incitiliyor ruhlar yeniden. Bu coğrafyanın ölebilmekten başka çaresi ve yeteneği olmayan çocuklarının cesetlerinin üzerine basarak yükseliyor politikacılar.

Yaz geliyor. Eskiden sokak ortasında türkü söyleyen çocuklar bile göz altına alınıp kaybediliyordu, oysa şimdilerde demokratikleştikçe direkt vurulup öldürülüyorlar sokak ortasında. Ülkenin bir yanında yaza aldırış etmeden hala akıyorken kan diğer yanına yalandan bir yaz geliyor.

Yaz geliyor. Şehitleri anma törenlerinden, seçim filmlerine kadar her yerde İstiklal Marşı çalınıyor. Nerede vatan, nerede din, nerede iman kelimelerini çok duyuyorsak orada akan kanın haddinin hesabının olmadığı bir coğrafyada tüylerim yine diken diken oluyor. Şaşarak izliyorum olan biteni.

Yaz geliyor. Öküzlerin bile boyunduruk altında sızlandığı ancak insanların sızlanmadığı bir coğrafyaya geliyor hem de yaz.

O geliyor ama yaralarımızdan akan kanları durduramadan, yaralarımızı henüz saramadan geliyor. Çünkü Turgut Uyar’ın dediği gibi biz “başarısız, boktan bir kış geçirdik/ kanımız bile doğru düzgün akmadı/ bir sürü çocuğu öldürdüler”. Kursağımda en son Berkin’in görüntüsüyle kutluyorum herkesin yazını.

Ama Yaz yalnızca bir yanımıza gelmez diyorum. Diretiyorum.
Ama Yaz yine de geliyor...
fotoğraf: beate bienak


23 Mayıs 2014 Cuma

ellerini yağmur yıkamış bir yalvarıştı ve henüz kitapsız bir dinin içinden geçer gibi anlamı vardı sözlerinin
zaten böyle zamanlarda da başka söz denmesin...
tanrı elini unutmuştu ellerimde, ellerimle asılmıştım geleceğe
tanrı gelecek, tanrı gelecek...
bekle, seni ellerinden seveyim
kutsal bir kitabı öper gibi öpeyim ellerinden
sonra göm içine, öldürünce
ellerimden ölürüm ben yine
henüz kitapsız bir dinin içinden geçer gibi anlamı vardı sözlerinin, bitmesin diye sayfaları çevirmedim
Fotoğraf : Beata Bieniak

28 Nisan 2014 Pazartesi

sabırlar zamanı...

Büyük sabırlar zamanındayız. Sürekli sabrımızın sınandığı ve tıpkı ateş alır gibi sevmelerimizden vazgeçirildiğimiz bir  zaman bu. Her gün yalancıktan, yapmacıktan bir sürü el sıkarak, gülümseyerek ve güzel sözler söylemek zorunda kalarak tamamladığımız hayatımızın kendisinden utandığımız bir çağ. Ve bu çağda bunca sahteliğe karşın ayıp olan küfretmek.
Tahammül etmemiz gerekenler artıyor her gün. Yapmacık nezaketlerimizle kırıldıkça kırılıyoruz. Oysa çoğu zaman ağız dolusu küfürle uyanmak istiyoruz güne ve kimi yüzler tükürülmek için duruyor önümüzde. Tahammül ettikçe söyleyemediklerimizi biriktiriyoruz ve “dilimizin ucunda küfre dönüyor her sözcük”.
Sabrediyoruz. Her şeye ve herkese sabrediyoruz.  Rüyalarımıza henüz reklam almıyorsak bugünlerimize şükredelim. Rüyalarımızın en güzel yerinde bir densiz çıkıp “Rüyalarınızı bizimle gerçekleştirin” demiyorsa henüz iyi günlerimizdeyiz demektir.
Fotoğraf: Beata Bieniak

14 Nisan 2014 Pazartesi

günışığı...

Yükseklerden ıslık öttürerek bir günışığı düşüyor. Güneşten açık olan pencereden bakıyorum dışarı doğru. O ışık yüzüme, göz kapaklarıma, kirpiklerime dokunuyor hissediyorum. Bir süre sessiz ve hareketsiz bekliyorum. Işık çok uzaklardan bir hikaye getiriyor sanki... Kulak veriyorum... Garip... Dinlediğim hikaye içimi acıtıyor. Işığın sesi bulutların araya girmesiyle zaman zaman kesiliyor. Anlatılan hikaye yarım kalıyor... Bulunduğum yerin farkına varıyorum…

Sıcak havanın rengi sarıdır, fakat sıcağa rağmen havada mavi gri bir görüntü var. Gökyüzündeki bulutlarkeşke yağacak yağmurun habercisi olsa, öyle umuyorum…Yağmur hem ışığın, hem de benim öykülerimi toprağa karıştıracak ve rahatlayacağız…

Olmuyor. Işık yarım kalan öyküsünü bırakıyor. Yağmur yağmıyor. Birden fark ediyorum ki, biz de binalar gibi buraya terk edilmişiz aslında.
Fotoğraf: Beata Bieniak

9 Nisan 2014 Çarşamba

yazamamak...

Normalde akıp giden kelimelerimi durdurmak için çırpınır, kendime sürekli aynı şeyi hatırlatırdım kimse uzun yazıları sevmez. kısa ve öz olsun!- Ancak o kısa ve öz yazıları da bir türlü başaramaz, aynı şeyi yinelerdim kendime.

Bu sefer öyle olmadı.
Son yirmi gündür, açıp açıp kapattığım bir sayfa haline geldi. Neresinden başlasam, ne anlatsam bilemedim.

Şöyle midir ya da,
Bazen konuşacakları olsa da, susmayı tercih eder insan.
Başka başka şeylerden konuşur da, bambaşka şeyler anlatır aslında.

çocuklar ölürken yazamıyorum... 

22 Mart 2014 Cumartesi

kimseye...

Onu ilk gördüğümde beynimdeki her şey sustu.
Tüm sesler, yenilenen görüntüler yok oldu.
Kafanızın içinde böcekler varsa, sessiz zamanlarınız pek olmuyor.
Yataktayken bile düşünüyorum:
Kapıları kilitledim mi? Şems'i doyurdum mu? Kitabı nereye koydum?
Ama onu gördüğümde, tek düşünebildiğim dudağının kıvrımıydı.
Onunla konuşmam gerektiğini biliyordum.

İlk buluşmamızda, zamanımı onunla konuşmak yada yemeğimi yemek yerine, tabağımdaki yemeği renklerine göre ayırmakla geçirdim.
Ama bunu sevdi.
Günde ona on altı kez öpücüğü verişimi sevdi.
Eve yürümemin kaldırımdaki çatlaklardan dolayı uzun sürüşünü sevdi.
Beraber aynı eve taşındığmızda, kendini güvende hissettiğini söyledi.
Kapıları on sekiz kez kilitlediğim için hırsız giremiyeceğini düşünüyormuş.
O konuşurken hep onun ağızını izledim...
Konuşurken...
Beni sevdiğini söylediğinde, dudaklarının kenarları yukarı doğru kıvrılırdı.
Geceleri, yatağa uzanıp ışığı kapatıp  açışımı izlerdi.
Gözlerini kapatıp gece ve gündüzün önünden geçtiğini hayal ederdi.

Ama sonra…
Onun zamanını çok harcadığımı söyledi.
İşe geç kalmasına neden olduğum için ona çok elveda öpücüğü veremeyeceğimi…
Beni sevdiğini söylerken, dudakları dümdüzdü…
Kaldırımdaki çatlağın üstünde durduğumda, o yürümeye devam etti…
Geçen hafta annesinin evinde kalmaya başladı.
Ona bu kadar bağlanmama izin vermemesi gerektiğini, herşeyin bir hata olduğunu söyledi, ama…
Aşk bir hata değil, onun bundan kaçabilmesi ve benim kaçamamam beni öldürüyor.
Gidip yeni birini bulamam çünkü tek düşünebildiğim o.
Kafama taktığım tek güzel şey oydu.
Artık, düşündüğüm şey onu başka kimin öptüğü.
Nefes alamıyorum çünkü o adam onu bir kez öpüyor ve mükemmel olması umurunda bile değil!

17 Mart 2014 Pazartesi

Benim yalnızlığım, insanlarla dolu

Yalnızlık ve müzik
Benim yalnızlığım, insanlarla dolu”demiştir bir bilge. Çevremizdeki kalabalığa inat aslında kimi zaman kendimizi çok yalnız hissederiz. Ve bu yalnızlığın net bir tarifi yoktur. Belki de bilerek ve isteyerek kaçtığımız bir kuytu köşedir yalnızlık. Tıpkı Oğuz Atay’ın yalnızlığın kutsal kitabı Tutunamayanlar’da dediği gibi: Önce kelime vardı” diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık… Kelimenin bittiği yerden başladı; Kelimeler söylenmeden önce başladı. Kelimeler, Yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler, Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.


Peki çok sevdiğim, aynı kadını sevmeleriyle de edebiyata inanılmaz şiirler katan,  üç şair ne demiş yalnızlık hakkında ilk önce Cemal Süreya’ya kulak verelim:

Yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık,
Bir ovanın düz oluşu gibi bir şey.
Hiç bir şeyim yok akıp giden sokaktan başka
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni…

Sonra sözü Turgut Uyar alıyor:

"“İnsan en çok sabahları arar sevdiği kadını”
diyor birisi, katılıyorum o sabahlara
öğleler kaba yaşanır, kalındır
akşamüstüleri ince hüzünlü
çiçekler alınıp verilebilir
sabahtır yalnızlık 
nasıl sabah nasıl yalnızlık
ve şiirsel hiçbir yanı yok sanılır
var mıdır, vardır
vardır, ama çiçeklerle değil
kendi başına
zımpara taşı gibi acımasız..."

Son olarak Edip Cansever’e kulak verelim:

Dağınık, renksiz bir mozayik gibiysem
Üstelik yalnızsam bir de -telefonda kuş sesleri-
Aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı
Her şey o kadar dokunaklı ki
Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen
Bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar…

Unutmayın müzik yalnızlığa iyi gelir.
Mogwai'den; Hound Of Winter



10 Mart 2014 Pazartesi

Zıbırtsamboku



Şehirde havalı mekanlardan birinde oturuyorum. Adı neydi? Zıbırtsamboku gibi bir şey... Meyhanemsi bir mekan... Meyhane kültüründen anlamasa da mekan, popüler... “Meyhane gibi”... aslında herşeyin de “gibi” olduğu zamanlara uygun bir yer...

Siktiri boktan bir mevzu için, gecenin kör saati popüler mekanda iş toplantımsısı... Önümde havalı isimli bir salata var, fiyatına inanmak için menüye iki kez bakmam gerekti. Yine de en ucuzu buydu, bunu tercih ettim. Tadı bir şeye benzemiyor aslında, yine de kemirip duruyorum. Karşıda, masanın ucunda birileri bir şeyler konuşuyor. Duymamaya çalışıyorsam da kulağıma çalınıyor. Yan tarafımda oturan reklamcımsının elinde iki telefon var, durmadan onları kurcalıyor. Biri cafcaflı telefonlardan, öbürü i-bilmem nenin en son modeli. Birinden vatan kurtarıyor, diğerinden kızlara yürüyor, yüzünden anlıyorum. Öbür tarafımda oturup körili tavuğa girişen bizim mahalleden, önceden tanıyor olmama gerek yok, yemeğe iştahla saldırmasından anlıyorum… Onun bu masada bir rolü var, bunu biliyor ve iyi oynuyor. Ben becerebilseydim, ben de orada oturabilirdim. Beceremedim.

Masanın karşısındaki konuşmaya daha bir kulak misafiri olmayı deniyorum, ince ve pahalı “pek zarif” sigaraların dumanlarının arasından. Başından neler neler geçmiş gazeteciyle, kolej çocuğu ama “kendine proleter” yazar devrimi tartışıyorlar. Bu masanın devrime en yaklaşabileceği anın, ancak biri masayı devirirse olabileceğini hissediyorum. Yine de gıkım çıkmıyor. Çünkü onlarla şimdilik aynı safta olmam gerekiyor. Rolümü oynamayı beceremiyorsam, hiç değilse susup oturmalıyım.

Devrim muhabbetinden evde çalışan hizmetli bulmanın zorluklarına geçiliyor. Banyodaki sabunları yürüteninden, fazla televizyon izleyenine hepsi ayrı bir dert… Üstelik bazen kaçıp gidiyorlar, aslında sigorta yapsan kalırlar ama, şekerim ne zaman ne yapacakları belli mi olur “bunların”? “Bunlar” benim konuya en yaklaştığın bölüm. Çünkü anlatılan hikaye benim ve dostlarımın annesinin hikayesi aslında. Masanın karşı tarafı da sanki Buckingnam Sarayı'ndan, senatör torunları, profesör çocukları… Onların “bunlar”la macerası tâ çocukluktan kalma. Benim çocukluğum annemin “bunlar”lığı ile babanın iş-güç-sorumsuzluğu arasında geçiyor. Benim asgari ücretle çalışan ebeveynlerin çocuğu olduğumu bilseler, belki siyaseten doğruculuktan kırıldıkları için konu değiştirirler, yan masada geyler var diye “ibne” demekten kaçındıkları gibi. Ama bırak bilmesinler, böylesi daha iyi. Bu masada benim gibilerin en fazla “onun, bunun çocuğu” olarak görüldüğünü unutmam hiç değilse. Öbürlerinin Kürtler’e ve Romanlar’a yaptığını, bunların bakıcılara, temizlikçilere, mürebbiyelere, “üç kuruş”a çalışanlara yaptığını unutmam. Zaten sakın unutmayayım.

Salatayı yiyemiyorum, içimden gelmiyor. Bir taraftan yemek zorunda hissediyorum, ben çocukken ya da üniversitedeyken bu salatanın parasıyla bir hafta geçindiğimiz oldu. Bir yandan karşıdaki saçmalık devam ediyor. Bu kadar iştahla konuşulduğuna göre devrim yakındır, hadi yine iyisin. Bakarsın benin gibi “bunlar”ın çocuğu olanları bile kurtarırlar. En kötü devrimin yediği çocuklarından biri olurum. O da iyidir.

Masadan kalkıp gitmek istiyorum aslında, bütün o eziyetin faturası olarak salatanın parasını ödemeyi “unutarak”… Hoş fark etmezlerdi bile o kabarık hesabın arasında ama olsun, bu da benim küçük intikamım olurdu. Yukarılarda birileri beni bunların arasında durmaya zorluyor ve durmazsam ölebilirim. Ben ölürsem herkes ölmez, yalnız ben ölürüm, filmdeki gibi değil yani, benim ölümüm en fazla adisyonda salatanın fark edildiği kadar fark edilir. O yüzden biraz uslu durmam gerek, biraz uysal olmam gerek, biraz başımı eğmem gerek. Bir zamanlar benimki gibi aileler kovularak bohemleştirilen bu sokakta, zıbırtsamboku ya da her ne boksa bu kafede oturmam, annem gibilerin beceriksizliğinin, sakarlığının ve iyi servis yapamamasının devrim meselesinin yanına garnitür edildiği sohbetlere kafa sallamam gerekiyor. Her şeyin bir bedeli var, benim özgürlüğümün bedeli de boyun eğmek. Ben de fakir doğmasaydım ya da özgür kalmaya merak salmasaydım. Şimdi sus ve salatanı yemeye devam et…

İnsan olarak burada, bu koşullarda varabileceğim yer bu… Ait olmadığım masaların örtüsü uçmasın diye kenarına konulmuş ağırlığım ben. Keşke başka bir şey olabilseydim. Kendi ayakları üstünde durabilen, kimseye eyvallahı olmayan bir şey. Gerçekten özgür ve cesur bir şey…

Ben bunları düşünürken kedinin teki sıçrayıp arka taraftaki bir masayı deviriyor. Bizim masadaki gibi tipler bağrışıp kaçışıyor. Bu mahallede, bu taşlanmış kot gibi yapay olarak eskitilmiş ve hastalık yayan mahallede, ne kadar çok yara bere içinde toraman kedi olduğunu o zaman fark ediyorum.

“Kediler varsa umut var” diyorum ağzımın içinde gülümseyerek. Kimse bir şey anlamıyor. Bağırarak söyleseydim de anlamayacaklardı.

Onlar zaten anlamıyorlar. 

Siktirsinler.


Ama bari masayı ben devirebilseydim…

6 Mart 2014 Perşembe

sinüzit ve sabah kafada tepişen filler...

Sürekli olarak çektiğim acılardan bahsederek eziyet etmeyi ben de isterim elbette. Fakat öyle ahım şahım bir acı çekmediğim gibi, başkalarından acı devşirip üzerimde taşımayı da sevmiyorum. Yazmak için sanırım insanın içinin dolmuş olması, yazmazsa ölecek olması, sokakta yürürken birinin yakasına yapışıp acilen anlatması gereken şeylerinin olması gerekiyor. Benim her zaman öyle bir derdim yok. Hayattan memnuniyetsizliğim bir elzem arz etmiyor.
 Haşa, sıkıntım yok diyemem.  Fakat bunların etkilerini öyle ağlaklık halinde yaşamıyorum. Daha çok kronik bir ruhi çöküntü var. Zaten aksiyon diyetindeki yaşamımın bu kesitinde ziyadesiyle kronik sıkıntıdan söz edebiliyorum. Bunlar arasında sinüzitin sıklıkla hakkının yendiği kanısındayım. Sabahları uykudan nefes alamayarak uyanmanın yanı sıra beynime tavayla girişme isteği yaratan baş ağrılarım var. Son birkaç yılda birkaç baba rock grubuna ömür boyu yetecek kadar narkoz yemiş bulunduğumdan sinüslerimi bir doktor eline vermeyi şimdilik uygun bulmuyorum.

Hayatımdaki bir diğer sıkıntı olarak aşık olma yetimin kendisini servis dışı bırakmasını gösterebilirim. Dahası hayatımın sırtıma yaptığı alçak tavan etkisi, kendime güvenimin göğüs kafesime sıkıştırılmasına ve gerektiği anlarda devreye girememesine yol açıyor. İnsanımsı olarak geçirdiğim bilmem kaç yüz günden kendim memnun olamadığımdan, bunun içinden başka birine nasıl bir mutluluk çıkaracağımdan pek de bir bok anlamıyorum. İki insanın lüzumsuz yere acı çektiği ilişkilerin popüler bir edebiyat malzemesi olduğunun farkındayım. Hayatımdaki durağan görünen mutsuzluk hâlini memleket meselelerine çevirip, koca bir ülkenin derdini kendi kişisel dramım olarak iteleyebilirim mesela. Yalnız o kadarda hayvan değilim. Ülkemizin can sıkıcı sabahlarına uyanan uykulu yüzlerinin böyle bir kazığı hak etmediğine inandığımdan da değil aslında.
Canım istemiyor.

Sinüzite ne iyi geliyordu yaa....

4 Mart 2014 Salı

Bir tatlı huzur almaya geldik, kalmamış...

İnsanlar daha ortada din, dil, ırk ayrımı yokken bile duygularını ifade etmek için müziğe başvurmuşlardır. Dünya üzerindeki ilk müzik aletinin 40.000 yıllık, 5 delikli bir flüt olduğunu düşünürsek; müziğin önemini biraz olsun vurgulayabilirim sanırım.

Evet baktığın zaman o kadar da önemli gibi durmaz. Hatta bir çoğumuz içim önem verdiği şeylerin listesini yapmamız istense, müzik ilk 5’te yer almayabilir. Ama her gün duyduğum armonilere, az çok tıngırdattığım gitarıma, duştayken bile beynimde çalan şarkılara baktığımda çok büyük bir toparlayıcı gücü olduğuna inanıyorum. Benim için:

Şöyle ki;
Son zamanlarda günlerim pek de istediğim gibi geçmiyor. Genel olarak hayatıma baktığımda elle tutulur bir problemim yok. Acaba neyin şımarıklığını, neyin üzüntüsünü yaşıyorum diye her gün kendime soruyorum. Bir çok küçük sebebin birleşip bir karadelik oluşturduğunu görüyorum sonra. Ve bu karadelik şansımı da alıp götürmüş sanki. Eskiden çok şanslıydım. Sanırım artık büyüdüm. Büyümek böyle bir şeydi çünkü değil mi? Hayallerin kaybolurdu.

"artık daha gerçekçi hayallerin olmalı" "hayatta kalmak ve sürünmemek için başka şansın yok" "hayır dostların seni terk etmedi, sadece kendi hayatlarını yaşıyorlar." "hayır hiçbir şey eskisi gibi olmayacak"

Bir umutsuzluk sıralaması yaparsak: bugün yataktan çıkmak istemiyorum,  iş hayatı(!), lanet olsun bu hayat lanet olsun bu sevgi vs.vs... birbirimize benzer umutsuzluklar içindeyiz. Büyük küçük, şiddetli az... ama benzer konular...

Ama hani müzik yapacaktık. Müzik yapmalıydık aslında. Aslında müzik yapmalıydık ya.

Olabilecek en yanlış ülkede doğduğun için en iyisi kpss’ye gir. Müziği başkaları yapıyor ne de olsa. Sezen Aksu'ya da buradan nanay ve de höbölöy. Elinin altındaki güzellikleri kendine oyuncak ettiği için. Şu saatten sonra yeni şarkı yapmasın, samimiyetine inanmayacağım artık yoksa.

Hıncımı da Sezen Aksu’dan çıkarayım...  Onun da çok şeyinde, umrundaydı çünkü.

Anlatmak isteyip de bir türlü anlatamadığım şey şu aslında… Bu satırları bile müziksiz yazamıyorsam eğer, kendimi her kötü hissettiğimde güzel bir melodi açıp sakinleşebiliyorsam, müzik her şeyi iyileştiremese bile acıyı dindirebiliyorsa; neden kavramlarına inanmadığımız halde devlet memuru olma hayali kuruyoruz?

Sistem sistemli olarak bizi sıkıştırıyor. Bir tatlı huzur almaya geldik, kalmamış...

27 Şubat 2014 Perşembe

kafa karışık

Aslında her zaman yalnız olduğumu keşfedişimden olsa gerek, hep yapmadan yazmak istiyorum.
Ama yazacak şeylerim birikse bile, cümleleri toparlayamıyorum. Uzadıkça uzuyor. Saçma bir hal alıyor. Biri de çıkıp demiyor ki  bu nedir?

Zorunda bir hal mı aldı acaba bu blog diye düşünmüyorum değil. Neden insanlar bana ‘ne zamandır yazmıyorsun’ dedikleri zaman kendimi suçlu hissediyorum?

Bir soru işareti daha koyarsam kendimi keseceğim. Ama aklımda bunca soru varken işareti koymadan yazı olur mu?

Bir yandan mutlu gibiyim, bir yandan korkunç endişeli. Deliyim gözü kara deliyim ben bence. Tam bunların ortasında da kocaman bir boşluk var. Bazen rakı bile çare olmuyor diyeyim sen anla.
Şimdi böyle söyleyince üzgün, depresif gibi geldim kendime. öyle aklına gelmesin okuyanın... Ben bu duyguları emaneten aldım. Geri vereceğim. Orada bir karışıklık olmasın. Yaşanması gereken her şeyi yaşıyorsak eğer; amaç buysa, yaşıyorum.
Amaç bu değilse bir şeyleri yanlış yapıyorumdur. Sorun değil. Kendim seçtim...

26 Şubat 2014 Çarşamba

Hay Kompleksinize...

Zihinsel gelişim süreci fasulye bitkisiyle benzeş olan ve evrimsel olarak insana ulaşmasına tanrının mucizesi dışında başka açıklama yapamayacağım nefes alıp, konuşabilen canlılar etrafta gittikçe artmaya başladılar... Başladılar da hepsi mi beni bulur? Seçilmiş insan olmadığımdan emin olduğumdan, hepsi de mi beni buluyor demekten de yorulduğumdan olsa gerek, sayılarının  arttığını sonucuna vardım...


Bu yaratıklar çeşitli vesilelerle evrime olan inancımı sarsıyorlar. Bugünlerde ise başıma gelen bu bu yaratıkların kendi kapladıkları alandan daha büyük kompleksleri... Basit bir hayat yaşıyor olmayı garipseyerek, her konuşmada ne kadar komplike, entelektüel olmayı kafamıza kakma çabalarından derin bir kusma hissi geldi...

En basit sohbetlerde sadece “yok” ya da “bilmiyorum dememek için verilen cevaplar; onları cevap otomasyonuna dönüştürmüş...

Araban var mı? - Geçen ay sattım.

Sevgilin var mı? - Yeni ayrıldım.

Oraya nasıl gideceksin? - Ben bulurum.

Bu filmi izledin mi? - Eleştirmenler tavsiye etmiyor o filmi.

Hiç yurt dışına çıktın mı? - Önümüzdeki yaz Malta Adası’na gidiyoruz arkadaşlarla.

Etmeyin yaa... tamam çok önemlisinizdir de bizim gözümüze bu kadar sokmayın…

Evet / Hayır şeklinde cevaplanabilecek sorulara verilen bu tür yanıtları duyunca gülmemek için zor duruyorum. Tabii ağızlarının ortasına kürekle de vurasım geliyor sayıları biraz attı mı... 

Etmeyin gözünüzü sevdiklerim... Değerinizden bir parça kaybetmeyin.  üç beş günlük hayat... 

25 Şubat 2014 Salı

iki kent, benzer sessizlikler...

Sessizlik parçalanmanın sesidir. Bir maskeden düşen onlarca değişik yüzdür sessizlik. Kimseyi getirmeyen ve kimseye götürmeyen çıkmaz bir yoldur. Bütün doğumlar ve bütün ölümlerdir. Senin her terkedilişin, yetmez, her terkedilişindeki hemen unutuluşundur…

Sokakları ıssız, sessiz ve gri olan bir şehirdir Bursa. Kaldırım taşlarında yalnızlık vardır, gökyüzü buram buram zehir kokar. Eğer Bursa'da bir günlüğüne bulunursanız anlayamazsınız ne demek istediğini, ama Bursa'da yaşamak için Bursa'ya gelirseniz sessizce kulağınıza bir şeyler söylediğini duyarsınız ve bir süre sonra konuşmaya başlarsınız onunla.

Sessizlik, yüreksiz gidişler tarafından umursamadan bırakıldığın harabeler içinde bir başına bütün yönleri kaybetmek, sessizlik, arafta sorgusuz sualsiz cehenneme yaklaşmanın ayak sesidir. Duydum, gözlerimi sıkıca yumdum, gürültü yapmadan öylecene kıpırtısız bekledim, beni farketmeden geçip gitsin istedim, dua ettim, bildiğim bütün duaları ettim.

Altıparmak’tan aşağıya yalnız başına yürümek, Paşaçiftliği’nden gece geçerken ürkmek, Zafer'in önünde eski arkadaşlarla buluşmaktır Bursa. Umudun ve umutsuzluğun aynı anda yaşandığı yerdir Bursa ve en önemlisi herkesin yaşadığı şehirde olduğu gibi biz Bursalılar için de kavgamızın şehridir Bursa.

Sessizlik yaklaştı ve durdu, nefesimi tuttum, asırlar ve asırlar geçti.

Denizi yoktur Bursa'nın doğrudur ama deniz'e bir özlem vardır ki sanki her sokak eskiden Deniz'e çıkıyormuş gibi. O yüzden atlanıp gidilir, Mudanya’ya, Tirilye’ye… Yollarında hep farklı isimlerde olsa orası bizim için biz ne dersek odur.

Sonra, sabaha hiç ulaşmayan gecelerimden birinde, körlüğümün ellerinden tutup beni idrakin cümle kapısına getirip bıraktı sessizliğim. Avluda, eninde sonunda geleceğimi bilen sabırlı ve çilekeş dervişler gibi beni bekleyen gerçekler hilal biçimi sıralanmış fısıltılarıyla, anlat hadi dediler. Anlattım anladığımı.

Kar yağdığında yalnız başına, kapalı trafiğin olduğu caddelerde yürümektir Bursa. Yaşamak ve daha çok yaşamanın diğer bir adıdır Bursa. İlk sevdaların, ilk ayrılıkların, ilk göz yaşlarının şehridir Bursa.

“Gitmesi aslında “bensiz git“ deme cesareti olmadığındandır. Anlar, gülümsersiniz. İçinizde ne kadar İstanbul varsa önüne katarak uzaklaşan siluetini seyredersiniz. Kadim dostlarınız yalnızlık ve hüzün iki elinizden tutar, gidişinde saklı cümleyi duyarsınız birden; “haklıymışsın, ben o uzak derinlere gelemezmişim”.

Herkes ağlar Bursa'da sen, ben, öğrenciler, memurlar, işciler ve Bursasporlular çünkü hepsinin bir derdi vardır.

Umut sizi yolculamaktan bıkkın, bir daha ve yeniden elleri cebinde, omuzlarının arasına kıstırdığı başını sabah serinine teslim ederek uzaklaşırken kıyıdan, son kez baktığınız Galatanın ışıkları sonsuza kadar söner içinizde.

Öyle Avrupa'da kupalar kazanmış, şampiyonlukları müzeye sığdıramayan bir takımı yoktur ama gönüllerin fatihi bir takımı vardır Bursa'nın...


Bir sonbahar akşamının parçalanmış sessizliğine saklanarak çekip gidenler gibi, İstanbul da yokluğunuzun farkına varmaz. Üsküdar ezanları susar, sizsiz telaşlarıyla hayat, Zeyrek’den Haliç’e doğru gözyaşlarınızla birlikte akarken, gün en çok ve belki de yalnız sizin pencerenizden eksilir“.


Ahmed Arif'in Ankara için dediğini biz Bursa’da hissederiz, "Kar altındadır varoşlar, hasretim nazlıdır..." işte onun da söylediği hasretlerin bile nazlandığı, çekindiği bir şehirdir Bursa...


Yine bir şubat sabahı, hiç bitmeyecek sandığı bir sevdaya nasıl uyandığını hatırlar yüreğim. Devamını getiremem, eksiklik içimin sessizliğine saplanır, susarım…

22 Şubat 2014 Cumartesi

Özgürlüğün peşinde koşmak...


1913 yılının 7 Kasım günü Cezayir kıyılarından yüz km. kadar içerde küçük bir kasabada bir erkek çocuk dünyaya gelir. Adını Albert koyarlar. Annesi İspanyol ırkından gelme, okuma yazması olmayan bir temizlikçi, babası Lucien ise ziraat işçisidir. Aradan iki yıl geçmeden Lucien, I. Dünya Savaşı’nda cepheye sürülerek bir Fransız sömürgesinde yaşamanın bedelini hayatıyla ödeyecektir. Cezayir’in Pied-Noir’larına mensup Albert’in ailesi yine aynı topraklarda yaşayan amcasının yanına sığınır. Kasap olan amcası zeki bir insandır, onun himayesinde Albert edebiyat dünyasıyla tanışır. İlköğrenim döneminde başarılı olunca lise tahsili için burs kazanır. Ardından Cezayir Üniversitesi’nde Felsefe eğitimi almaya başlar. O yıllarda para kazanmak için çeşitli işlerde çalışmakta, aynı zamanda da futbol oynamaktadır. Üniversite takımının da kalecisidir. Geçirdiği ağır verem spor hayatını sona erdirir.

Albert Camus üniversite eğitimini tamamladığı sırada bohem bir aktris olan Simone ile evlenir. Ancak morfin kullanan ve kendisine ayak bağı olan eşinden kısa zamanda ayrılacaktır.

Bir yazar her şeyden önce okunmak ister, aksini iddia edenlere hayranlık duyalım, ancak inanmayalım.”

Camus’nün ilk yayınlanan eseri, derlenmiş makalelerinin yer aldığı Tersi ve Yüzü (1937) adlı kitaptır. Bir yıl sonra Fransa’ya taşınır. İki yıl boyunca Cezayir Yönetimi adına Fransız neşriyatını takip etmekle görevlendirilir. Böylece hem güvenli bir gelire kavuşmuştur hem de çok sevdiği edebiyat dünyasına gönlünce vakit ayırabilecektir. O yıllarda tanıştığı bir Fransız piyanist olan Francine Faure ile evlenir.

Camus, yazar olmanın dışında hayatının belli bölümlerinde tiyatroya büyük yakınlık duyar. Paris’teki ilk yıllarında bir tiyatronun sahibidir. Sahnede rol alır, yönetir, oyunlar yazar. İlk tiyatro eseri 1938 yılında kaleme aldığı Caligula’ dır. Cinnet getiren bu Roma İmparatorunun dramını konu etmesi nedeniyle absürdizmin bir savunucusu olarak nitelendirilecektir. Absürdizmi, herhangi bir mutlak yaratıcı olmadığı varsayımıyla, insanlığın bu evrende bir anlam bulma arayışının eninde sonunda başarısız olacağını iddia eden felsefi bir düşünce akımı olarak tanımlayabiliriz. Tanımlarla, belirleyici kalıplarla sınırlanmış düşünce akımlarından hayatı boyunca uzak duran Camus “Eğer hiçbir şey bir anlam ifade etmeseydi haklı olabilirdiniz. Ancak hâlâ bir anlamı olan şeyler var hayatımızda” diyerek bu sınıflandırmaya da karşı çıkmıştır.

Camus’nün ilk yankı uyandıran çıkışı 1942 yılında yayınlanan Yabancı adlı romanıyla gerçekleşir. Hikâyenin ana karakteri annesinin ölümünü telgrafla haber alıp cenazeye giden Cezayir asıllı Fransız Meursault’dur. Hiçbir duygusal tepki göstermeyen genç erkek, davranışlarıyla toplumdan tümüyle kopmuş gibidir. Kız arkadaşını dövmekten ya da kumsalda gördüğü bir Arabı nedensiz yere öldürüp şarjörde kalan kurşunları da cesedin üzerine boşaltmaktan rahatsızlık duymaz. Tutuklanır, yargılanır, ölüme mahkûm edilir. Ölmeden önce ziyaretine gelen din görevlisine de bağırmaktan geri durmaz. Bir açıdan dürüst bir insandır, zira düşüncelerini tüm açıklığıyla dışarı vurmakta, kimseyi kandırmamakta ve kimsenin de kendisini yargılamaya hakkı olmadığını savunmaktadır.

Hem tepki alan hem de edebi çevrelerde ilgi uyandıran bu eseri Camus’nün bir varoluşçu olarak tanımlanmasına neden olur.

Mutluluk bir insanın kendisi ile yaşadığı hayat arasındaki basit uyumdan öte ne olabilir ki?”

Aynı yıl absürdizmi incelediği yüz yirmi sayfalık Sisifos Söylemi denemesi yayınlanır. “Felsefede tek bir önemli soru mevcuttur: İntihar. Hayatın yaşamaya değer olup olmadığı felsefenin cevap vermesi gereken en temel sorudur. Diğer soruların tümü ardından gelir.” Camus, bu sorunun cevabını da kendisi vermektedir. “Hayır, intihar çözüm değil, başkaldırmak gerek…”

Özgür basın iyi ya da kötü olabilir, ama özgürlük olmayınca basın ancak ve ancak kötü olacaktır.”

Artık II. Dünya Savaşı başlamıştır. Geçirdiği verem nedeniyle Camus askere alınmaz. Paris Nazi ordularınca işgal edilince, çalıştığı Paris-Soir gazetesi yazarlarıyla birlikte, iki yaşındaki ikizlerini ve eşi Francine’i de yanına alıp Bordeaux’ya taşınır. Bir süre sonra da Fransız Direniş grubuna katılıp Combat adlı yeraltı gazetesinde editörlük yapmaya başlar. Önce Paris’i Almanlardan kurtaran Amerikalıları alkışlayacak, ardından Nagazaki ve Hiroşima’ya atom bombası atan Amerika’yı sonuna kadar eleştirecektir.

Savaşın ardından ticari bir hüviyete bürünen Combat’tan ayrılır. Artık politikaya, gazeteciliğe ve tiyatro tutkusuna sınır koyacak, sadece yazmaya yoğunlaşacaktır. En ünlü eserlerinden biri olan Veba, 1947’de yayınlanır.

Roman, geçmişinde benzer vakalar yaşanmış olan bir Cezayir kentinde, Oran’da, aniden ortaya çıkan bir veba salgınını anlatır. Bir yanda bir süre giriş-çıkışların yasaklandığı şehirde hapis kalan insanların yaşamla mücadelesi, öte yanda doktorların bu kaotik ortamda gösterdikleri farklı yaklaşımların irdelenmesi, kendisinin karşı çıkmasına rağmen, Albert Camus’nün bir varoluşçu olarak etiketlenmesine yetmiştir.

1949 yılında Camus yeniden tiyatroya döner ve 1905 yılında isyancıların öldürdüğü bir Rus aristokratının hikâyesini konu eden bir senaryosu yayınlanır: Les Justes. İki yıl sonra yayınlanan "Başkaldıran İnsan" adlı denemesinde Avrupa tarihinde vuku bulan isyanları ve toplumsal devrimleri ele alır. Ve nihayet 1956 yılında, hayattayken yayınlanan son eseri olan Düşüş adlı romanı okurlarıyla buluşur.

1957 yılına geldiğimizde ilk kez Afrika kökenli bir yazar, Albert Camus, Edebiyat dalında Nobel ödülüne lâyık görülür. Karar açıklanırken bu ödülün “zamanımızda insan vicdanının sorunlarını aydınlatan ileri görüşlü samimiyetini yansıtan önemli edebi eserleri” nedeniyle verildiği açıklanır.

4 Ocak 1960 günü, her zaman olduğu gibi trenle seyahat edecektir. Bileti cebindedir. Ancak dostu ve yayıncısı Michel Gallimard’ın ısrarlarına dayanamayıp onun arabasına biner. Ve bir kaza olur. Kaza mahalline gelenler yayınlanmamış bir eserin notlarını bulurlar. Kendi yaşamından notlar halinde düzenlenmiş bu otobiyografi, 1995 yılında "ilk Adam" adıyla kızı tarafından yayınlanır.



18 Şubat 2014 Salı

Merkez ben, gerisi hikaye


Teknoloji sayesinde okumakta olduğunuz bu yazıda, kalkıp da teknolojiye giydirmek biraz abesle iştigal olacak ama inanın farklı noktadan dokunacağım teknolojiye. ‘Mülksüzler’i okuyanlar bilir. Doktor Shevek’in geldiği, yaşayanların alternatif bir hayat sürdüğü uyduda konuşulan dilde iyelik eki yoktur. Uydudaki herhangi bir obje, uyduda yaşayan her bir bireyin ortak malıdır. Minimum bencillik, maksimum paylaşımcılığı esas alan bir uygulama. Şimdi bu romanda Ursula K. Leguin bile tümüyle siyasal bir görüşü savunmamış, kapitalizm ve sosyalizm arasında objektif bir kıyaslamaya girişmiş ve bir galip belirtmemişken, ben kalkıp herhangi bir siyasal görüşe körü körüne güzellemeler düzemem. Ama maalesef son on yıldır kapitalizmin yan ürünü ben merkezciliğe kapılıp gittiğimizi üzülerek söyleyebilirim.
Teknolojinin içine girdik gireli hemen hepimizin en az bir sosyal paylaşım ağında hesabı var. Ve yazdığımız şeyler genel itibariyle ‘Ben’ temelli. Çok değil on yıl öncesinde sevdiği adama/kadına, akrabasına, dostuna kartlar, mektuplar yazan eller şimdi dokunmatik ekranlarda kendini anlatmak için geziniyor. Acıktığını, trafikten bunaldığını, ders çalıştığını, hemen her anını kimin umurunda kimin değil düşünmeksizin bildirip duruyor. Güzel göründüğünü düşündüğü bir fotoğraftan yakın arkadaşını hunharca kesip, kalan kısmı profil fotoğrafı yapabiliyor. Ha sevgisini anlatmıyor mu bu hesapların birinden. Anlatıyor. 140 karakterde.. Kısa kısa.. Bu hesaplarda kaybettiği vakit yüzünden başkalarını düşünmeye bile fırsatı kalmıyor kimsenin.

Kafka’nın Milena’ya mektuplarını düşünün. Sonra bir de bu aşkın günümüzde geçtiğini düşünün, karşılıklı yorumlaşmaları, ortak Facebook hesabı açışlarını (Gizli bir aşk olduğu için bu imkânsız olurdu gerçi ama düşünün işte). Kendimize odaklanmaktan diğer insanları göremiyoruz artık. Ve kim hakkımızda ne düşünürse düşünsün çok seviyoruz kendimizi. Sanırım firmalar da bunun farkında artık ki, geçen sene moda olan isimli kolyelerin ardından bu sene önce Coca Cola hemen her isme özel kola ambalajlarını piyasaya sundu, sonra da Nutella bu işe girmek üzere olduğunu reklamlarla duyurdu. Çok değil bir ay içinde Instagram, Facebook veya Twitter; üzerinde kendi isimlerinin yazılı olduğu Nutella’ları alan arkadaşlarımız tarafından fotoğraf bombardımanına tutulacaktır.
Keşke kendimizle bu kadar meşgul olmak yerine, bol bol Milena’mızı ya da Piraye’mizi düşünüp; onların gül cemallerini gülücük içinde, gönüllerini de hoş tutmaya çalışsak. Bu kadar hızlı ve ben merkezci zamanlarda sadece bir hayal...




17 Şubat 2014 Pazartesi

“hiçbiri” ve “hepsi” hariç...

Gitmekle gitmemek arasında gittim geldim. Her zaman, iki seçenekten fazlası olmasını dilerdim önümde. Yalnızca iki seçenekten birinde karar kılmak en zoruydu. “En az üç olmalı” diye düşünürdüm. Fakat “hiçbiri” ve “hepsi” hariç...

14 Şubat 2014 Cuma

sustum

Rahmetli büyükbabam, boğaz; dokuz boğumdur derdi. Ağzından bir laf çıkmadan her boğumda düşüneceksin. Dokuz kere düşünebilme imkanın var demektir bu, oysa saniyesinde çıkarırız kelimeleri ağzımızdan. Ve  kelimeler şairin dediği gibi ;" Kanatır Yarayı"

Bende ise kapanmayan yaralar mevcut. Kimsenin bir şey yapmasına gerek yok, bazen bir koku, bazen bir renk, bazen bir ses bile o yaralara öyle bir dokunur ki,  o kanamaları kimse görmezken, boğazıma gelip oturan bir yumruğun sancısına tanık da yoktur...

Aslında oldukça basit bir insan olduğumu söyleyebilirim. Çığlık çığlığa bağırsan bile karşındaki kişinin sesini duyamayacağına olan yaşanmışlıklarım öğretmiştir bir çok şeyi. Kimsenin kimseyi anlamaya ne zamanı ne de yeteneği var artık. Emek harcamak bile gereksiz geliyor...

Konuşmaların büyük bir çoğunluğu kendi sesini duymanın ötesine geçemiyor ne yazık ki. Başkalarının seslerine tıkalı kulaklar.Anlamak için hiç bir çaba harcamazken, anlatmaya yönelik çabalarımızın nafile uğraşları sonucunda dokuz boğumdan ansızın çıkan kelimelerle belki karşımızdaki kişiyi sarsabiliyoruz ama bu sözlerin açtığı yaralar sebebiyle kendi iç benliğimizde kendimizle meşgul olduğumuzdan yine duymayız asıl söylenmek istenenleri.

Kısacası hep duyduğumuz kendi sesimizdir.
O zaman konuşmak niye diye sormaz mı insan?
İşte ben sordum,ve kendimi korumak adına bir karar aldım.
Sus....
Evet, bu kadar basit işte. "Sus", sustum...
Bu aşamaya gelmişseniz, bundan sonra söyleneceklerin bir anlamı kalmıyor. Artık duyacağınız güzel bir söz bile içten içe kanayan yaralarınızın kabuk bağlamasına yetmiyor.
İç sesinizle yaşamaya başladığınız andan itibaren gölgedir insanlar...

13 Şubat 2014 Perşembe

bir uyku ve getirdikler...

Şubatın ortası ve dışarıda kentin insanlarına da etki etmiş yalancı bir bahar. İçimdeyse kış yelleri esiyor...
Bir gün ansızın geliverdi... Yalnızlığımızı giderelim diye geldim dedi. O da yalnızdı, ben de... İçlerimizdeki yalnızlığı gidermek için birlikte uyuduk. İçimizdeki bitmek bilmez kışın karlarını eritelim diye... Omzumun üzerine başını, kalbimin üzerine elini koymuşken, insanlara giden yolları tıkayan karları temizledik içimizde...
Açtık you... Eriyen kar sularının oluşturduğu ırmakları aşalım diye köprüler kurduk, ben elimi karnının üzerine, burnumu boynuna gömmüşken...
İlkbahar oldu, ardından yaz oldu içimizde...
Sımsıkı sarılmış uyandık...

10 Şubat 2014 Pazartesi

Dudak kenarı ve öpücük

Bu hızla dönen dünya üzerinde dudak kenarının değerini bilen kaç insan evladına rastlarız bilinmez. Ama rastlarsak tadını çıkarmamızı öneririm. Çünkü onun varlığı geçirdiğimiz gribi bile güzelleştirebiliyor, ki bence tavuk suyuna çorbadan daha etkili.
Çok sevdiğim dostlarımdan bir kaçının bile beni yargıladığı bu, şu ve o günlerde, hayatın okul hayatındaki ‘hacıtasyon’ muhabbetinden ibaret olmadığını anladım. Çok sevdiğin insanlar bir seçim yapıyor, o seçim seni etkiliyor. Seni etkileyen seçim, çevrendekileri de etkiliyor. Bu kombinasyona göre; çok sevdiğin biri bir seçim yaptığında, hiç tanımadığın insanların olaylara uzaktan ahmakça yorumlarda bulunduğunu görüyorsun.
Halbuki öyle olmamıştı o. Ben kimi seversem seveyim yargılamadan bağrıma basmıştım. O insanın ailesi, arkadaşları, yaşam tarzı beni ilgilendirir miydi? Sandım ki beni sevenler için de bu böyle olacak.
Olmadı.

Hiç beklemediğin insanlardan kırıcı cümleler işitince, neticeni buzlu suya daldırmış gibi oluyorsun. Netice lafına da her defasında çok gülüyorum. Halbuki göt desem öyle bir etki yaratmayacaktı...

Ama önemli olan dudağın kenarındaki çukurdu. Neyi kastettiğimi çok iyi biliyorsun. 

O yüzden mikail yamaşito kombamba kombamba.

ne güzel şarkıydı...

7 Şubat 2014 Cuma

Hücre...

"Evlenelim artık biz" dedim.
"Ben evlenmem. Evlilik bir hapishanedir" dedi. 
Uzaklaştık...
Şimdi ikimiz de tek kişilik hücrelerde yaşıyoruz. 

28 Ocak 2014 Salı

Plak? Neden sevilir?


Sürekli gelişen dijital müzik sektörüne rağmen son yıllarda plak satışlarında ciddi bir artış yaşanıyor. Elbette henüz o görkemli yıllarındaki seviyede olmasa bile bu sevindirici bir olay. Bu durum her sene satılan plak miktarında bir artışı beraberinde getiriyor. “Peki neden plak?” diye sorusuna, içinizden “Issız Adam’a öykünmek” veya “hava atmak” gibi yanıtlar veriyorsanız lütfen yazıyı burada bırakın. Başka bir sayfada daha ilginizi çekecek yazılar mevcuttur eminim ki… Bense 10 maddede bu durumu özetlemeye çalışayım.

- Müziğin sıkıştırılmaması:
Müziği plaktan dinlemek keyif verici bir yoldur. Sesler net ve doyurucudur. Genellikle aldığınız bir albümü plak formatında baştan sona sıkılmadan dinlersiniz. Özellikle yıllardır aradığınız ve sonunda bulduğunuz bir plağın dinlenmesi törensel bir ritüele dönüşür. Kısaca nokta atışı yapılır.

- Kendinize özgü bir müzik dünyası yaratmak
Plak sayesinde odanızı bir müzik dükkanına dönüştürebilirsiniz. Tamamen kendi zevkinize göre sıraladığınız plaklar çok hoş bir görsel oluşturur. Plak çalarınız tamamen sizin tercihinize kalır. Ya eski klasik bir model ya da modern yeni bir cihaz. Renkli plaklar ve değişik plak kapakları insanda bir sanat eseri hissiyatı yaratır.

- Sadece size özel olması ve fiyat değişkenliği
Hiçbir zaman bir plağın tek bir fiyatı yoktur. Aynı plağı çok değişik fiyatlara bulabilirsiniz. Çok pahalı olduğu kadar, çok ucuza da plak bulmak mümkündür. Bu yüzden plaklar araştırmayı seven insanlar için biçilmez kaftandır. Plaklar sadece size özel, bir baskı numarası olan orijinal eserlerdir

- Plak dükkanları ve internet
Plak dükkanları içinde kaybolabileceğiniz bir hazinedir. Plak satın alınarak sevdiğiniz bağımsız müzik şirketlerine destek olabilirsiniz. Bu sayede gerçekten paranızı araya çok fazla simsar sokmadan istediğiniz sanatçıya harcamış olursunuz. Özellikle internet üzerinden bu tür alışveriş yapma seçeneğiniz çok fazla. Plakların el değiştirmesi kendine özgü bir ikinci el pazarı yaratmıştır. Kendi kuralları olan, sadece plak seven insanların yaşadığı bir dünya.

- Plak sosyalleşmesi
Plak severlerin belli mekanlarda toplanarak alış veriş ya da değiş tokuş yaptığı organizasyonlar son yıllarda hızla artıyor. Bu sayede birçok insanla tanışmak mümkündür.

- 45’lik seçeneği
45′lik plaklar yer olarak az yer kapsar. Az ve öz yapısıyla nokta atışı gibidir. Özellikle ülkemizde bolca eski döneme ait 45′lik plak bulmak mümkündür.

- Yeni albümlerin plak formatında basılması
Son yıllarda basılan önemli albümler artık plak formatında da basılıyor. Ayrıca hediye olarak verilen çeşitli poster ve görseller tatmin katsayısını yükseltiyor.

- Plak kuralları
Plak seveler arasında çeşitli gizli ritüeller vardır. Örneğin ayın belli dönemlerinde plaklar tek tek bulundukları yerden çıkarılarak temizlenir. Plaklar gerçekten bir arkadaş gibidir. Ruh haline göre seni dinler ve bir yol gösterir. Bu nedenle bir arkadaşınızın evinden plak aşırmak birinci derece savaş nedenidir.

- Evrensellik
Plak tüm dünyada tek dili olan müziğin modası geçmeyen en eski formudur. Gittiğiniz her şehirde plakların peşinden koşan insanlara rastlarsınız. Bu noktada karşımıza anahtar bir kelime çıkıyor. “Dokunmak” Evet plaklar sayesinde müziğe dokunabilirsiniz.


- Zahmet!
Aslına bakarsanız plak zahmetli bir iştir. Plakları taşımak zordur, dinlemek için teknik gereçlere ihtiyaç vardır, müziği yanında taşımak imkansızdır, tozlanır, iyi bakmaksan küflenir çizilir vs. Ama bir plak sever için bütün bu zahmetler ayrıntıdan ibarettir.


25 Ocak 2014 Cumartesi

gitsek...

her bahar geldiğinde (bahar mı geldi demeyin lütfen hava sıcaklığı 20 derece ve güneşli günler yalancı da olsa baharı hissettirir) bende bir kaç günlüğüne kafa dinleme isteği hasıl olur. bundan tam 10 yıl önce, sadece 1 kez ve tam da bu zamanlar kaçtım ben. bir okuldan mezun olup, diğerine başlamak üzere olduğum bir dönemdi. o dönem turgutreis'te yaşayan, üniversiteden yakın bir arkadaşımı aradım, "geliyorum ben " dedim. turgutreis ıssız, arkadaşım gündüzleri çalışıyor, evde bir tek ben ve arkadaşımın köpeği. dışarı çıkıyorum hava tertemiz. ahşap iskeleye gidiyorum arkadaşımın köpeğini de alıp. o denizde oynarken, ben kitabım ellerimde, ayaklarımı pırıl pırıl suya sallandırıyorum. sadece vücudum değil, ruhum serinliyor. akşam güzel bir sofra kuruyoruz, tokuşturuyoruz kadehleri, aramızda konuşacak çok şey, paylaşılacak çok huzur...

şimdi yine gitmek istiyorum. bu kez kızlarım var, onları da almak istiyorum yanıma. sadece 3-4 gün. fazlasına gerek yok. güneşin tadını çıkarsak birlikte, deniz kirlenmeden birlikte yüzsek, yürüsek boş boş sokaklarda, bodrum papatyalarının arasına yatırıp yüzlerce fotoğrafını çeksem, mandalinalı dondurma yesek...

belki bu yaz...

bu hislerin üzerine de frank sinatra ne güzel gider....
"fill my life with song and let me sing forevermore,  you are all I hope for all I worship and adore..."

24 Ocak 2014 Cuma

zihinleri açmak...

Uzun zamandır biz ne yaptık ya da yapmaya çalıştık üzerine düşünüyorum. sonrasında gezi öncesi ya da takipli süreçte okuduğum kitapları daha farklı bir hal ile değerlendirdim. bunda tabii j. berger'in görme biçimleri kitabının başlangıcı aydınlatması açısından büyük önemi vardı. bu önereceğim kğtapların hiçbiri doğrudan Gezi’yle ilgili değil ama olup biteni anlamaya, analiz etmeye kararlı okura çok şey söylüyorlar.

“orantısız zeka”yla sürdürülen ve bu anlamda bize, bütün dünyaya ilk kez karşılaştığımız bir şeyi gösteren Gezi gençliğinin kültürel silahları arasında şimdi artık çoktan darmadağın olan Gezi Parkı Kütüphanesi de vardı şüphesiz. bir gün baktık ki sadece gezi tayfası değil, polisler de kitap okumaya başlamış… Herkesin sakince kitap okuyabileceği bir ortamda olup olmadığımızı bilmiyorum doğrusu, ayrıca polislerin elinde duran “Beynine Format At” tarzı kişisel gelişim kitaplarının kimi hangi yönde geliştireceğini pek kestiremedim doğrusu. Yine de kitap okuyan şehir halkı görüntüleri çok hoşuma gitti.
Şöyle de söyleyebilirim: Bunlar, beyinlere format atmak için değil, zihinleri açmak için okunacak kitaplar…

Gezi’deki direniş eylemi sonradan başka yollara saptı ama başlangıçta bir sivil itatsizlik örneğiydi. O halde bu terim üzerine biraz düşünmek gerek… Sivil itaatsizlik, haksızlıklara karşı tüm yasal yolların tükendiği noktada kamu vicdanına çağrıyı amaçlayan bir eylem türü. Düşünen, kendisiyle barışık yaşamak isteyenlerin daha vahim toplumsal felaketlerin önüne geçmek için başvurabildikleri bir çare. Bireyin parti, grup ve çevre çıkarlarından bağımsız olarak, kendisiyle vicdani hesaplaşmasının sonunda kalkıştığı demokratik bir isyan türü. İlk kez Amerikalı felsefeci ve şair Henry David Thoreau’nun 1849′da hükümete karşı kaleme aldığı bir metinde kullandığı terim, daha sonra da insanlık tarihini hep en kritik noktalarda yönlendirdi, tarihin seyrini değiştirdi ve yasaya karşı ama sonradan aklanmış bir eylem biçiminin adı oldu. Gandhi ve Martin Luther King sivil itaatsizlik kampanyalarıyla yön verdi tarihe. Kadınlar haklarını, siyahlar eşitliklerini sivil itaatsizlikle aradılar.

Direnmenin Estetiği, Peter Weiss
Gündelik Hayatın Eleştirisi I, Henri Lefebvre
Gündelik Hayatın Eleştirisi II, Henri Lefebvre
Protestodan Direnişe, Ulrike Meinhof
Kral, John Berger
Ahlaki Protesto Sanatı, James M. Jasper






23 Ocak 2014 Perşembe

yazmak gürültü yapmanın başka bir yolu

dudaklarımı geceye yapıştırıp, hikayelerin gerçek, hakikatlerin masal olduğu saatlerde yazarım genelde. havanın kararıp, rakının beyazlaştığı vakitlerde yine yazarım.
yaklaşmanın aslında uzaklaşmanın bir oyunu olduğunu anladığımda yazamam. biliyorum denedim yazmayı öyle zamanlarda. zorladım hatta kendimi... bakmaktan bahsederim, tanımadığım sana bakmaktan ve yine sonra yere düşen beyazlığı göremiyorum derim.
 okuduğum şiirleri başka kimlerin okuduğunu merak ederim ama öğrenmek istemem. aşık olursam ona diye korkarım... benim gördüğümü görmezse diye de korkarım... onun gördüğünü görmüyorsam diye de korkarım...
  sonra yine de merak ederim, başka kimlerin okuduğunu. sevdiklerim okusun isterim. korkumla beraber yüzleşecek omuzdaşlar edinirim belki...
kim okur?
tanrı şiir okur mu?
bir ihtimal deyip gülerim… derin bir keşke derim...