28 Ocak 2014 Salı
Plak? Neden sevilir?
Sürekli gelişen dijital müzik sektörüne rağmen son yıllarda plak satışlarında ciddi bir artış yaşanıyor. Elbette henüz o görkemli yıllarındaki seviyede olmasa bile bu sevindirici bir olay. Bu durum her sene satılan plak miktarında bir artışı beraberinde getiriyor. “Peki neden plak?” diye sorusuna, içinizden “Issız Adam’a öykünmek” veya “hava atmak” gibi yanıtlar veriyorsanız lütfen yazıyı burada bırakın. Başka bir sayfada daha ilginizi çekecek yazılar mevcuttur eminim ki… Bense 10 maddede bu durumu özetlemeye çalışayım.
- Müziğin sıkıştırılmaması:
Müziği plaktan dinlemek keyif verici bir yoldur. Sesler net ve doyurucudur. Genellikle aldığınız bir albümü plak formatında baştan sona sıkılmadan dinlersiniz. Özellikle yıllardır aradığınız ve sonunda bulduğunuz bir plağın dinlenmesi törensel bir ritüele dönüşür. Kısaca nokta atışı yapılır.
- Kendinize özgü bir müzik dünyası yaratmak
Plak sayesinde odanızı bir müzik dükkanına dönüştürebilirsiniz. Tamamen kendi zevkinize göre sıraladığınız plaklar çok hoş bir görsel oluşturur. Plak çalarınız tamamen sizin tercihinize kalır. Ya eski klasik bir model ya da modern yeni bir cihaz. Renkli plaklar ve değişik plak kapakları insanda bir sanat eseri hissiyatı yaratır.
- Sadece size özel olması ve fiyat değişkenliği
Hiçbir zaman bir plağın tek bir fiyatı yoktur. Aynı plağı çok değişik fiyatlara bulabilirsiniz. Çok pahalı olduğu kadar, çok ucuza da plak bulmak mümkündür. Bu yüzden plaklar araştırmayı seven insanlar için biçilmez kaftandır. Plaklar sadece size özel, bir baskı numarası olan orijinal eserlerdir
- Plak dükkanları ve internet
Plak dükkanları içinde kaybolabileceğiniz bir hazinedir. Plak satın alınarak sevdiğiniz bağımsız müzik şirketlerine destek olabilirsiniz. Bu sayede gerçekten paranızı araya çok fazla simsar sokmadan istediğiniz sanatçıya harcamış olursunuz. Özellikle internet üzerinden bu tür alışveriş yapma seçeneğiniz çok fazla. Plakların el değiştirmesi kendine özgü bir ikinci el pazarı yaratmıştır. Kendi kuralları olan, sadece plak seven insanların yaşadığı bir dünya.
- Plak sosyalleşmesi
Plak severlerin belli mekanlarda toplanarak alış veriş ya da değiş tokuş yaptığı organizasyonlar son yıllarda hızla artıyor. Bu sayede birçok insanla tanışmak mümkündür.
- 45’lik seçeneği
45′lik plaklar yer olarak az yer kapsar. Az ve öz yapısıyla nokta atışı gibidir. Özellikle ülkemizde bolca eski döneme ait 45′lik plak bulmak mümkündür.
- Yeni albümlerin plak formatında basılması
Son yıllarda basılan önemli albümler artık plak formatında da basılıyor. Ayrıca hediye olarak verilen çeşitli poster ve görseller tatmin katsayısını yükseltiyor.
- Plak kuralları
Plak seveler arasında çeşitli gizli ritüeller vardır. Örneğin ayın belli dönemlerinde plaklar tek tek bulundukları yerden çıkarılarak temizlenir. Plaklar gerçekten bir arkadaş gibidir. Ruh haline göre seni dinler ve bir yol gösterir. Bu nedenle bir arkadaşınızın evinden plak aşırmak birinci derece savaş nedenidir.
- Evrensellik
Plak tüm dünyada tek dili olan müziğin modası geçmeyen en eski formudur. Gittiğiniz her şehirde plakların peşinden koşan insanlara rastlarsınız. Bu noktada karşımıza anahtar bir kelime çıkıyor. “Dokunmak” Evet plaklar sayesinde müziğe dokunabilirsiniz.
- Zahmet!
Aslına bakarsanız plak zahmetli bir iştir. Plakları taşımak zordur, dinlemek için teknik gereçlere ihtiyaç vardır, müziği yanında taşımak imkansızdır, tozlanır, iyi bakmaksan küflenir çizilir vs. Ama bir plak sever için bütün bu zahmetler ayrıntıdan ibarettir.
25 Ocak 2014 Cumartesi
gitsek...
her bahar geldiğinde (bahar mı geldi demeyin lütfen hava sıcaklığı 20 derece ve güneşli günler yalancı da olsa baharı hissettirir) bende bir kaç günlüğüne kafa dinleme isteği hasıl olur. bundan tam 10 yıl önce, sadece 1 kez ve tam da bu zamanlar kaçtım ben. bir okuldan mezun olup, diğerine başlamak üzere olduğum bir dönemdi. o dönem turgutreis'te yaşayan, üniversiteden yakın bir arkadaşımı aradım, "geliyorum ben " dedim. turgutreis ıssız, arkadaşım gündüzleri çalışıyor, evde bir tek ben ve arkadaşımın köpeği. dışarı çıkıyorum hava tertemiz. ahşap iskeleye gidiyorum arkadaşımın köpeğini de alıp. o denizde oynarken, ben kitabım ellerimde, ayaklarımı pırıl pırıl suya sallandırıyorum. sadece vücudum değil, ruhum serinliyor. akşam güzel bir sofra kuruyoruz, tokuşturuyoruz kadehleri, aramızda konuşacak çok şey, paylaşılacak çok huzur...
şimdi yine gitmek istiyorum. bu kez kızlarım var, onları da almak istiyorum yanıma. sadece 3-4 gün. fazlasına gerek yok. güneşin tadını çıkarsak birlikte, deniz kirlenmeden birlikte yüzsek, yürüsek boş boş sokaklarda, bodrum papatyalarının arasına yatırıp yüzlerce fotoğrafını çeksem, mandalinalı dondurma yesek...
belki bu yaz...
bu hislerin üzerine de frank sinatra ne güzel gider....
"fill my life with song and let me sing forevermore, you are all I hope for all I worship and adore..."
şimdi yine gitmek istiyorum. bu kez kızlarım var, onları da almak istiyorum yanıma. sadece 3-4 gün. fazlasına gerek yok. güneşin tadını çıkarsak birlikte, deniz kirlenmeden birlikte yüzsek, yürüsek boş boş sokaklarda, bodrum papatyalarının arasına yatırıp yüzlerce fotoğrafını çeksem, mandalinalı dondurma yesek...
belki bu yaz...
bu hislerin üzerine de frank sinatra ne güzel gider....
"fill my life with song and let me sing forevermore, you are all I hope for all I worship and adore..."
24 Ocak 2014 Cuma
zihinleri açmak...
Uzun zamandır biz ne yaptık ya da yapmaya çalıştık üzerine düşünüyorum. sonrasında gezi öncesi ya da takipli süreçte okuduğum kitapları daha farklı bir hal ile değerlendirdim. bunda tabii j. berger'in görme biçimleri kitabının başlangıcı aydınlatması açısından büyük önemi vardı. bu önereceğim kğtapların hiçbiri doğrudan Gezi’yle ilgili değil ama olup biteni anlamaya, analiz etmeye kararlı okura çok şey söylüyorlar.
“orantısız zeka”yla sürdürülen ve bu anlamda bize, bütün dünyaya ilk kez karşılaştığımız bir şeyi gösteren Gezi gençliğinin kültürel silahları arasında şimdi artık çoktan darmadağın olan Gezi Parkı Kütüphanesi de vardı şüphesiz. bir gün baktık ki sadece gezi tayfası değil, polisler de kitap okumaya başlamış… Herkesin sakince kitap okuyabileceği bir ortamda olup olmadığımızı bilmiyorum doğrusu, ayrıca polislerin elinde duran “Beynine Format At” tarzı kişisel gelişim kitaplarının kimi hangi yönde geliştireceğini pek kestiremedim doğrusu. Yine de kitap okuyan şehir halkı görüntüleri çok hoşuma gitti.
Şöyle de söyleyebilirim: Bunlar, beyinlere format atmak için değil, zihinleri açmak için okunacak kitaplar…
Gezi’deki direniş eylemi sonradan başka yollara saptı ama başlangıçta bir sivil itatsizlik örneğiydi. O halde bu terim üzerine biraz düşünmek gerek… Sivil itaatsizlik, haksızlıklara karşı tüm yasal yolların tükendiği noktada kamu vicdanına çağrıyı amaçlayan bir eylem türü. Düşünen, kendisiyle barışık yaşamak isteyenlerin daha vahim toplumsal felaketlerin önüne geçmek için başvurabildikleri bir çare. Bireyin parti, grup ve çevre çıkarlarından bağımsız olarak, kendisiyle vicdani hesaplaşmasının sonunda kalkıştığı demokratik bir isyan türü. İlk kez Amerikalı felsefeci ve şair Henry David Thoreau’nun 1849′da hükümete karşı kaleme aldığı bir metinde kullandığı terim, daha sonra da insanlık tarihini hep en kritik noktalarda yönlendirdi, tarihin seyrini değiştirdi ve yasaya karşı ama sonradan aklanmış bir eylem biçiminin adı oldu. Gandhi ve Martin Luther King sivil itaatsizlik kampanyalarıyla yön verdi tarihe. Kadınlar haklarını, siyahlar eşitliklerini sivil itaatsizlikle aradılar.
Direnmenin Estetiği, Peter Weiss
Gündelik Hayatın Eleştirisi I, Henri Lefebvre
Gündelik Hayatın Eleştirisi II, Henri Lefebvre
Protestodan Direnişe, Ulrike Meinhof
Kral, John Berger
Ahlaki Protesto Sanatı, James M. Jasper
“orantısız zeka”yla sürdürülen ve bu anlamda bize, bütün dünyaya ilk kez karşılaştığımız bir şeyi gösteren Gezi gençliğinin kültürel silahları arasında şimdi artık çoktan darmadağın olan Gezi Parkı Kütüphanesi de vardı şüphesiz. bir gün baktık ki sadece gezi tayfası değil, polisler de kitap okumaya başlamış… Herkesin sakince kitap okuyabileceği bir ortamda olup olmadığımızı bilmiyorum doğrusu, ayrıca polislerin elinde duran “Beynine Format At” tarzı kişisel gelişim kitaplarının kimi hangi yönde geliştireceğini pek kestiremedim doğrusu. Yine de kitap okuyan şehir halkı görüntüleri çok hoşuma gitti.
Şöyle de söyleyebilirim: Bunlar, beyinlere format atmak için değil, zihinleri açmak için okunacak kitaplar…
Gezi’deki direniş eylemi sonradan başka yollara saptı ama başlangıçta bir sivil itatsizlik örneğiydi. O halde bu terim üzerine biraz düşünmek gerek… Sivil itaatsizlik, haksızlıklara karşı tüm yasal yolların tükendiği noktada kamu vicdanına çağrıyı amaçlayan bir eylem türü. Düşünen, kendisiyle barışık yaşamak isteyenlerin daha vahim toplumsal felaketlerin önüne geçmek için başvurabildikleri bir çare. Bireyin parti, grup ve çevre çıkarlarından bağımsız olarak, kendisiyle vicdani hesaplaşmasının sonunda kalkıştığı demokratik bir isyan türü. İlk kez Amerikalı felsefeci ve şair Henry David Thoreau’nun 1849′da hükümete karşı kaleme aldığı bir metinde kullandığı terim, daha sonra da insanlık tarihini hep en kritik noktalarda yönlendirdi, tarihin seyrini değiştirdi ve yasaya karşı ama sonradan aklanmış bir eylem biçiminin adı oldu. Gandhi ve Martin Luther King sivil itaatsizlik kampanyalarıyla yön verdi tarihe. Kadınlar haklarını, siyahlar eşitliklerini sivil itaatsizlikle aradılar.
Direnmenin Estetiği, Peter Weiss
Gündelik Hayatın Eleştirisi I, Henri Lefebvre
Gündelik Hayatın Eleştirisi II, Henri Lefebvre
Protestodan Direnişe, Ulrike Meinhof
Kral, John Berger
Ahlaki Protesto Sanatı, James M. Jasper
23 Ocak 2014 Perşembe
yazmak gürültü yapmanın başka bir yolu
dudaklarımı geceye yapıştırıp, hikayelerin gerçek, hakikatlerin masal olduğu saatlerde yazarım genelde. havanın kararıp, rakının beyazlaştığı vakitlerde yine yazarım.
yaklaşmanın aslında uzaklaşmanın bir oyunu olduğunu anladığımda yazamam. biliyorum denedim yazmayı öyle zamanlarda. zorladım hatta kendimi... bakmaktan bahsederim, tanımadığım sana bakmaktan ve yine sonra yere düşen beyazlığı göremiyorum derim.
okuduğum şiirleri başka kimlerin okuduğunu merak ederim ama öğrenmek istemem. aşık olursam ona diye korkarım... benim gördüğümü görmezse diye de korkarım... onun gördüğünü görmüyorsam diye de korkarım...
sonra yine de merak ederim, başka kimlerin okuduğunu. sevdiklerim okusun isterim. korkumla beraber yüzleşecek omuzdaşlar edinirim belki...
kim okur?
tanrı şiir okur mu?
bir ihtimal deyip gülerim… derin bir keşke derim...
yaklaşmanın aslında uzaklaşmanın bir oyunu olduğunu anladığımda yazamam. biliyorum denedim yazmayı öyle zamanlarda. zorladım hatta kendimi... bakmaktan bahsederim, tanımadığım sana bakmaktan ve yine sonra yere düşen beyazlığı göremiyorum derim.
okuduğum şiirleri başka kimlerin okuduğunu merak ederim ama öğrenmek istemem. aşık olursam ona diye korkarım... benim gördüğümü görmezse diye de korkarım... onun gördüğünü görmüyorsam diye de korkarım...
sonra yine de merak ederim, başka kimlerin okuduğunu. sevdiklerim okusun isterim. korkumla beraber yüzleşecek omuzdaşlar edinirim belki...
kim okur?
tanrı şiir okur mu?
bir ihtimal deyip gülerim… derin bir keşke derim...
22 Ocak 2014 Çarşamba
evin tanrısı
Şems
her zamanki gibi kapısı açıldığında mutfağa giriyor, masanın
arkasına kaçıyor. Çekmeceden bir naylon torba alıp ses
çıkarıyorum. Hemen masanın arkasından çıkıyor, alıp
mutfaktan dışarı atıyorum. Her seferinde bu numaraya kanmasına
inanamıyorum. Şems'in mutfağa girmesi yasak, çünkü yerleri
düzenli olarak ilaçlıyorum bu aralar. Mutfak kapısının bir
tarafında hayvanlar ölüyor, diğer tarafında ise bir başka
hayvan pahalı mamalarla besleniyor. Evde kimin yaşayıp, kimin
öleceğinin kararını ben veriyorum, bir bakıma bu evin tanrısıyım
diye hissediyorum...
Kedi Şems'i el üstünde tutarken böcekleri öldürmenin mantığını arıyorum, sonuçta şems aslında yemeklerime böcekten daha çok giriyor, gelip zaman zaman elimi ısırıyor, gece uykumu bölüyor. Öte yandan kedimin huylarını biliyorum, gelip bana sokuluyor uykudan kalkınca, annesiymişim gibi davranıyor, böyle yaptığı zamanlar daha az yalnız hissediyorum kendimi. Böceklerin huylarını bilmiyorum, onları takip edemeyeceğim kadar küçükler. Onları tanımadığım gibi kendimi daha az yalnız hissetmeme de neden olmuyorlar. Onları tanımadığım halde kendimde onları öldürme hakkını yine de bulabiliyorum, bu kararımı çoğu kez kendime bile sorgulatmıyorum. Sorguladığım zamanlar bulabildiğim tek bahane böceklerin, örneğin kedilerden, çok daha hızlı üremesi. Onları öldürmezsem tüm evi kaplayabilirler. Aslında Şems de üremek istiyor. Ancak geçen yaz kısırlaştırdık. Bunu
Kedi Şems'i el üstünde tutarken böcekleri öldürmenin mantığını arıyorum, sonuçta şems aslında yemeklerime böcekten daha çok giriyor, gelip zaman zaman elimi ısırıyor, gece uykumu bölüyor. Öte yandan kedimin huylarını biliyorum, gelip bana sokuluyor uykudan kalkınca, annesiymişim gibi davranıyor, böyle yaptığı zamanlar daha az yalnız hissediyorum kendimi. Böceklerin huylarını bilmiyorum, onları takip edemeyeceğim kadar küçükler. Onları tanımadığım gibi kendimi daha az yalnız hissetmeme de neden olmuyorlar. Onları tanımadığım halde kendimde onları öldürme hakkını yine de bulabiliyorum, bu kararımı çoğu kez kendime bile sorgulatmıyorum. Sorguladığım zamanlar bulabildiğim tek bahane böceklerin, örneğin kedilerden, çok daha hızlı üremesi. Onları öldürmezsem tüm evi kaplayabilirler. Aslında Şems de üremek istiyor. Ancak geçen yaz kısırlaştırdık. Bunu
onun iyiliği için yaptım. Yalnızca evin tanrısı olmakla kalmıyorum, aynı zamanda evde yaşamasına izin verdiklerimin iyiliğini de düşünüyorum. Kedim yanımda kendini kaybetmişçesine bir parça kağıtla oynuyor, bense güzel bir kadının yanımda olduğunu düşlüyorum. Evin içi çok sıcak, o yüzden fazla bir şey giymeye gerek duymamış, başımı çıplak göğsünün altına koyuyorum, kokusunu içime çekiyorum.
Yalnızca
bu evin düşünceli tanrısı değilim, hayalgücüm de geniş. Ama
o aslında burada değil, belki de hiç olmayacak, kaloriferlerin
ayarını bu kadar sıcağa getirmeye de gerek yok belki. Ben bu evin
düşünceli ve hayalci tanrısıyım ama gücüm onun hayalini
gerçeğe çevirmeye yetmiyor. Belki de tanrıların yalnız olması
gerekiyor, bu yüzden yapamıyorum. Evet, mutlaka nedeni bu olmalı.
Kedinin yaşamasına izin vermemin ve böcekleri öldürmemin nedeni
de bu olmalı. Şems, kağıtla oynarken kendini kaybediyor,
etrafındaki herkesin varlığını aklından siliyor, koca evrende
yapayalnız, yalnızca bir parça kağıdı patisine takıyor.
Böcekler ise çoklar, her gün mutfağımda beraberce dolaşıyor,
keşif yapıyor, dökülen saçılan varsa onlardan besleniyorlar.
Hep çoklar, hep bir aradalar Sanırım onları öldürmemin gerçek
nedeni bu. Benim kadar yalnız olmayan hiçbir şeyin etrafımda
olmasından hoşlanmıyorum. Ben onları öldürmezsem, onlar beni
öldürüyorlar.
Etiketler:
adam,
evin tanrısı,
kedi şems,
tanrı,
yalnızlık
21 Ocak 2014 Salı
Allofilya ve Puslu Kıtalar Atlası'na başka bir bakış...
Geri
kalmış diyarların zihinsel gelişim süreci falsulye bitkisiyle
benzeş olan memleket hallerinden biridir terminolojik tabiriyle
"Allofilya" ya da Türkçe mealiyle "Yabancı Kültür
Hayranlığı". Bu zavallı fasulyecikler, kültürel
farkındalıklarını ve ukalalıklarını dile getirebilmek için
yerli eserleri küçümser bir havada görünerek, "ah efendim
be de onu hiç bilmem. çok banal geliyor. zaten genelde yabancı
kitap/film/müzik, okuyor/izliyor/dilliyorum..." derler.
Sorduğunuzda kıstaslayabilecek eserler hakkındaki bilgileri de
anca buzdolabınızın sebzeliğindeki taze fasulye seviyesidir. Peki
nedir bu hayranlık durumu öyle ise. Elluard iyi yazar da Turgut
Uyar az mı ondan? Nazım'dan neleri okudun ya da Sebahattin Ali'den?
Mehmet Akif'ten İstiklal Marşı dışında bir şey okudun mu?
Safahat'ı hiç okudun mu gerçekten? Peyami Safa'nın Cingöz
Recaisi'ni bilmiyorsan sen nasıl Agatha Christie okursun ki? Münir
Nurettin'den ya da Timur Selçuk'tan Beni Kör Kuyular'da Merdivensiz
Bıraktın'ı dinledin de mi masandaki içki kadehine fon olsun diye
Tom Waits açıyorsun? (ki burada Tom Waits bendenizin en sevdiği
şarkıcılardan biri olup, lafı kimseye sokmamak babında kendimden
yola çıktım). Al Pachino dehşet oyuncudur da, Münir Özkul az
mıdır? Şartlar tam tersi olsa kim kimin yerinde olurdu? boşverin
de bir Adile Naşit kahkahası var mı Hollywood'dan Bollywood'a?
Şayet
bir dili ana dilinden okuyamıyorsanız, dinleyemiyorsanız ya da
izleyemiyorsanız; hayranlığınız sadece çevirmenin vijdan -
cüzdan - bilgi üçgenine verdiği sıralamasına kadardır. Bu
memleket Shakespeare'yi katledenler, hatta mezarında taklalar
attıran kifayetsiz çevirmenler de gördü. Ya da aylak kaldığından
oturup Sarah Kane çeviren, Salinger'den Shakespeare'e kadar işler
yapan dehşet yaratıcı kalemler de... Bir de kendi deyimiyle
İngilizce'den Canca'ya çeviren Can Yücel'e de bir selam sarkıtmak
farzdır.
Velhasıl
kelam söze neden burada başladım? Sevgili arkadaşım Özlem ile
kitap sanat vesaire sohbetleri arasında konusu açılan bir İhsan
Oktay Anar ve eserlerinden yola çıktım. Tolkien'den bahsederken
fantastik edebiyatta gözümüzün önünde es geçtiğimiz,
fasulyesel beğenimizle burun kıvırdığımız kitaplarından
bahsetmeden
olmayacaktı
ki, Puslu Kıtalar Atlası’nın büyüsüne kapılan naçizane
okurlardan biri de bendim. İlk çıktığı yıllarda okumuş olan
şanslılardan biriyim bu kitabı. sonrasında da 3 - 4 defa daha
okudum.
ilk
basımınıdan (1995) geçen 19 yılın ardından geç midir, değil
midir bilemeyeceğim fakat bir şeyler karalama niyeti içerisindeyim.
Kitap
sizi öyle bir dünya içerisine sokuyor ki; hayat kadar gerçek,
masal kadar hayali bir mevzuatın içerisinde vuku buluyorsunuz.
İhsan
Oktay Anar her yazdığı romanı öncesinde yaptığı geniş
araştırmalarıyla meşhur bir yazar. Bundan sebep kitaplarında,
seçtiği konu üslubunca kelimelerden bazılarının anlaşılması
namümkün.
Meraklıları
şüphesiz kelimelerin anlamlarını birer birer sözlük karıştırıp
buluyorlardır diye düşünüyorum. Buna binaen Anar seçtiği
kelimeleri cümle ve konu içerisinde öyle kullanıyor ki, kelime
anlamını bilmeseniz de olaya hakim olabiliyor, kelimenin anlamını
bilincinizde şekillendirebiliyorsunuz.
Kolaycılığa
kaçan okurlar için Puslu Kıtalar Atlasının konusunu burada
yazmak istemiyorum, çünkü internette araştırdığınızda bir
ton özet zaten görebilirsiniz.
Bence
İhsan Oktay Anar şüphesiz post-modern Türk romanının en önemli
yapı taşlarından biri. Bir Türk’ün, hayal gücünü yoğurup,
kelimelere dans ettirmesiyle ortaya çıkan bir eserin tanıtımı
bu. İşte sözün kilitlendiği yere geldik. Neden mi? Çünkü
İhsan Oktay Anar öyle bir kitap yazmış ki, okurken sayfalar
parmaklarınızdan kayarak aksa da anlatırken dilinize kilit
vuruyor. Bu kitabı anlatmak o kadar zor ki… Öncelikle ilginç bir
ayrıntıyla başlayalım. Kitabın kapağındaki her bir kahraman
kitap içinde geçiyor. Bu çok güzel ve bir o kadar da ilginç bir
ayrıntı. Kitabı okudukça dönüp kapağa bakarsanız anlatılan
bir karakteri mutlaka orada bulacaksınızdır. İhsan Oktay Anar’ın
şöyle bir tarzı var, hiç kimse tamamen başkarakter değil. Yan
karakterlerini süslemiş ve detaylarla sizi oldukça eğlendirmiş
bir yazar. Kullandığı üslubu ve tarzıyla tamamen kendine özgü.
Kitap öyle güzel ve öyle sürükleyici ki, okurken yazarın hayal
gücüne ve detaylarda oluşturduğu farklı minik hikâyelere hayran
kalacaksınız. Ayrıca, kendi ülkemizin ve tarihimizin, içinde
barındırdığı farklı etnik dokuları, güzelliklerini ve en
önemlisi bizi biz yapan olguları tatmak eşsiz bir duygu. Kitabın
türü için “tarihi-fantastik” diyorlar. Doğru da. Kitaba ilk
başladığımda “Neresi fantastik bunun?” demiştim, ama
okudukça neden “fantastik” sıfatını da kazandığını
anlıyoruz.Her bir karakterin, ister en önemlisi ister yoldan geçen
adam, kendine has bir öyküsü var. Yazara neden, bazı kesimlerce
“Türkiye’nin Tokien’i” dendiğini ise kitap bitince
anlıyoruz. Kendisi yeni ırklar, yeni diller yaratmasa da, var
olandan yeni bir anlatım tarzı ve yeni bir hayal gücü düzeni
oluşturmuş.
İhsan
Oktay Anar’ın zekâsına, kurgusuna ve anlatımına hayran
olacaksınız.
Eh
bir de Anar'ın kitaplarında var olmayan kadın karakterler ve
kadınsız romancı olayına da değinmek gerek.
Biraz
magazinsel boyutuyla yaklaşırsak, kendisine bu durum sorulduğunda
İhsan Oktay Anar şu cevabı veriyor: “Pek çok romanda pek çok
şey yoktur. Romanlarımda kadın yok. Ama ‘zebra’ da yok,
‘bengal kaplanı’ da, ‘guguklu saat’ de yok”.
Sırf
erkek kahramanlar romanlarının asli unsuru diye bir yazarı
eleştirmek de pek doğru bir yaklaşım değil, yazar romanının
kurgusu içinde istediği cinsiyetteki karakterler ile istediği
dünyayı yaratmakta özgürdür, bunu eleştiri konusu yapmak
(saptama konusu yapılabilir şüphesiz) çok da anlamlı bulmadığım
bir durum.
Konu
bir yazarı ve bir romanı okur gözüyle incelemek, genel olarak
yazarın özel olarak da romanının dilini, üslubunu
değerlendirmek, romanının kurgusunu, olayların geçtiği
dönemlerin ve olayların tarihsel veya toplumsal zeminlerini
incelemek olunca ve de aynı zamanda yazar İhsan Oktay Anar gibi
dili kendine özgü ve farklı, romanları da bilinen roman
kalıplarının ve özelliklerinin dışında eserler olunca bu işin
nasıl da zor ve altından kalkmanın imkansız olduğunu görüyorum.
O yüzden yazıda iddiam ne bir “edebiyat eleştirisi” yapmak ne
de edebi sınırlarda bir de değerlendirme yazısı yazmak , ki
haddime de değil. Sade ve sıradan bir okur olarak, Anar külliyatını
okuduktan sonra bu yazarın ve eserlerinin ben de oluşturduğu
izlenimi, hakkında okuduklarımla birleştirip birşeyler karalamak
günlüğe. Bu uzun açıklamın ardından konuya yani İhsan Oktay
Anar ve romanlarına dönelim.
“Postmodernist
edebiyata girmek gibi bir kaygım hiç olmadı. (İhsan Oktay Anar)”.
Her
ne kadar bir kısım eleştirmen ve okur Anar’ın romanlarını
postmodern olarak nitelese de kendisi aynı fikirde değil. Tabi bu
durum Anar’ın romanlarında postmodernist öğeler olmadığı
anlamına da gelmiyor, ki romanlarında “üstkurmaca” tekniği
kendini gayet açık bir şekilde belli ediyor zaten. Ve evet
modernist öğelerle yazılmış metinler de değiller. Ama
romanlarının tamamına bakıldığında bu kalıpsal tanımlamanın
çok dar olduğu ve bu sınırlamanın anlamsız olduğu
görülecektir.
Mesela
kendisini nasıl tanımladığı sorusuna Cumhuriyet Gazetesi Pazar
Eki’nde şu cevabı veriyor:
“Kimliksiz
biri olduğumu düşünüyorum. Ressam, mühendis, tarihçi
kimliklerine sıkışıp kalmak istemem. Hatta yazar kimliğine de…
Sadece yazıyorum o kadar. Resim yapabilir ve postra’da
oynayabilirim. Borges’in söylemeye çalıştığı gibi ‘bir
insan hem herkes, hem de hiçbiridir’. Ben bir ‘joker’im yani
bazı iskambil oyunlarında her kartın yerine geçen bir kart gibi,
kelimenin diğer anlamıyla da ‘joker’ yani ‘şaka’cıyım.”
(Cumhuriyet Gazetesi, Pazar Eki, 07/01/2001)
Kendisini
veya yaptığı işi herhangi başka bir işten üstün tutmayan ve
yazarlığı bir çok kesim tarafından türk edebiyatı içinde
şimdiye kadar görülmemiş bir farklılık ve yenilik içeren bir
insanın kendi yazarlığına bu kadar mesafeli durması ve farklı
bir “mütevazilik” sergilemesi, bu “popülarite merakı”
çağında onu çağdaşlarından ayıran önemli bir özellik.
Okurların
ve kitap meraklıların hangi kitapları okumasını önerdiği
sorusuna:
“Öncelikle
benim kitaplarımı değil. Kemal Tahir’i, Yaşar Kemal’i, Sait
Faik’i ve klasikleri okumasını tavsiye ederim” (kaynak: notos
öykü, sayı 30)
İster
modernist deyin, ister postmodernist, ister masal anlatıcısı, eski
dil delisi deyin, ister romanlarını gerçeküstü diye niteleyin
isterseniz “fantastik”, ister “tarihi romanlar” deyin
romanlarına ama bir gerçek var ki bu kalıpların ötesinde farklı
bir yazar ve farklı romanlarla ile karşı karşıyayız ve hem dil
de hem kurgu da hem de “roman” sınırları açısından
baktığımızda yeni ve daha önce görmediğimiz romanlarla karşı
karşıyayız ki bu durum okur için de edebiyatımız için de gayet
güzel bir durum.
“Rendekar
doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça
makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş
olduğum sonucu da çıkar. Düşünen bir adamı düşünüyorum.
Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü
bildiğim için, düşündüğüm bu adamın da varolduğunu
biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası
çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü
düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum.
Öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir
düş oluyorum.”
Anar
gerçekten iyi bir iş çıkarmış. Kitap Türkiye’de yeni bir
çığır açmış olarak kabul ediliyor. Düşünme gücünün
özellikleri hakkındaki kitap, sıradan bir insan olan Uzun İhsan
Efendi’nin, okumamış bir insanın, akıl yoluyla neler
yapabileceğini ve düşüncelerinin sınırlarını zorlayışını
anlatıyor. Düşünmek ile varolmak kavramları arasında bir bağ
mı yoksa ince bir çizgi mi var, bunun sırları Puslu Kıtalar
Atlası’nda.
Ayrıca
kitabın içinde yer alan tüm olaylarda tarihe de bir adım daha
yakından bakmış oluyorsunuz. Eski İstanbul ve Osmanlı halkı
hakkında, hikayelerde yer alan dönemin şartlarına uygun tıp ve
benzeri bilimlerin uygulanışı , dünyanın en eski mesleklerniden
birini yapan dilenciler hakkında bir çok şey öğreniyorsunuz:)
Puslu
Kıtalar Atlası, felsefeyle yeni tanışanlar için ve uykusunda da
olsa yeni maceralara koşmak isteyenler için birebir.
“Dünya
bir düştür, ah evet dünya! dünya bir masaldır!”
20 Ocak 2014 Pazartesi
Boris Vian: Su gibi yakan, ateş gibi boğan samimi bir insan
Uzun yıllar önce kitaplarıyla
tanıştığım en sert yazarlardan biridir Vian. Çok çeşitli
eserler yazmış, roman, öykü, şiir ve müzik üzerine...
Edebiyatın açık yürekli yazarı. Romantik, natüralist,
sosyalist, mistik ve tüm bunlarla beraber absürt yazan bir adam.
Şair, mühendis, senarist, kısa film amatörü, yaratıcı bir caz
müzisyeni, tutku dolu bir trompetçi. Yaşamında kırkıncı yılını
görmek istemeyen ve otuz dokuz yaşında yaşama veda eden, olması
gerektiği gibi, aykırı ve başkaldıran bir insan Boris Vian.
Öyle bir kitap düşünün ki, kitabın
henüz ilk sayfalarında size kendisinin ikinci kez okunması
gerektiğini hissettirsin ve söz konusu kitabın sonunda bir son söz
‘yeniden okumadan önce’ başlığı altında incelensin. Hem de
gecikmiş, sonradan yapılacak bir ikinci okuma değildir kastedilen;
kitabın ilk okunmasından sonra ivedilikle gerçekleşmesi gereken
bir ikinci okuma. İşte böyle ve daha fazlası olan, sınırları
olmayan bir kitap Pekin’de Sonbahar. Her okunuşta okuyucuya farkı
farklı hissettireceği için, ikinci bir okuma dahi yetersiz
kalabilir. Bu sınırsız kitap ne kadar erken okunmaya başlanırsa
o kadar derinleştirecektir okuyucuyu.
Pekin’de Sonbahar, Vian’ın
kitapları arasında bir mola dönemi, step sahası gibi
görülmektedir. Ancak nasıl bir geçiş ve dinleniş ise bu,
kitabın sonuna gelindiğinde kişide başa dönme isteği uyanıyor.
Sanki hala keşfedilmeyi bekleyen karakterler varmış ya da
karakterlerin keşfedilmemiş daha pek çok yönü varmış gibi…
Başka bir deyişle Boris Vian, sona vardığınızda bile, söyleme
ihtimali olduğu şeyleri size hissettiriyor. Yani Vian işini
oldukça iyi yapıyor: Yazmayı göze alarak hiç okunmayacakmış
gibi dolu dolu yazıyor.
Bu romanda gereksizliğin vurgusu
gereksiz bir işe girişilerek, aşkın yüceliği ise aşkın tüm
yönleriyle ele alınarak işlenmiştir. Teknik bir adamın romantik,
gerçekçi ve aslında gerçeküstü bir kitabı. Kitap, ne Pekin’de
geçiyor ne de mevsimlerden sonbahar. Yazar, 1956’da söz konusu
kitabın ikinci baskısına şu notu düşer: ‘… Eğer kitapta
zamansal ve mekânsal yaklaşımlar belli yerlerde çakışıyorsa
bu, tümüyle istenç dışı gerçekleşmiş bir şeydir.’
Alphonse Allais ise kitaba ilişkin şöyle bir açıklamada
bulunuyor: ‘Ben bu kitaba Müfrezenin Şemsiyesi adını verirdim.
Bunun iki nedeni var: Birincisi, kitapta şemsiyeye benzer hiçbir
şey yok. Bir savaş birimi olarak değerlendirilen o çok önemli
müfreze konusuna gelince ise; böyle bir şey aklımdan bile
geçmedi.’
İşte Pekin’de Sonbahar, yazar ile
bütünsel müzikli bir fırtınada yolculuğa çıkarıyor okuyucuyu
ve bu yolculukta bol bol güldürüyor; hem de kum fırtınalarında
bile rahatça. Çünkü bu romanda hiçliğe dair her şey var.
Vian’ın Jöleli Şarkılar isimli
şiir kitabında ise erotizmin haricinde kendi yaşamıyla da ilgili
mısralara rastlamak mümkün. Ayrıca Simon de Beauvoir, Jean Paul
Sartre, Lucien Coutaud, Edith Piaf gibi pek çok yazar ve sanatçıya
ithaf edilmiş şiirler de kitapta mevcut.
Ama işisel olarak beni en etkileyen;
Boris Vian’ın ‘Vernon Sullivan’ takma adıyla yayımladığı
ve ilk taşı ismiyle atan bir kitap: Mezarlarınıza Tüküreceğim.
Bu kitap zihin yoracak veya beyin
fırtınasına sebep olacak türde bir kitap değil. Oldukça düz ve
sade; fakat sadece teknik anlamda. Kitabın içeriği ise yalnız
keskin tartışmalara neden olmakla kalmamış; kitap, ayrıca
ülkemizde de ‘on sekiz yaşından büyükler için uygundur’
ibaresini üzerinde taşıyarak ahlakî açıdan zararlı
bulunmuştur.
1946’da yazılan, 1949’da ‘ahlakî
değerlere hakaret’ ettiğinin düşünülmesi ile yasaklanan
kitabın 1989 basımının son sayfalarında Küçükleri Muzır
Neşriyattan Koruma Kurulu’nun kitap hakkındaki karar incelemesi
var. Kitabın sakıncalı cümleleri tek tek incelemeye alınmış.
Kararda tek bir karşı oy söz konusu. Esasen bu kısım gayet ilgi
çekici. Çünkü karşı oy ‘kitap ahlakî açıdan uygundur’
demiyor sanılanın aksine. Bir kitabın ahlakî değerlere uygun
olmaması için öncelikle onun bir edebî metin niteliğini haiz
olması gerekir. Fakat söz konusu incelemeye konu olan bu kitap,
edebî bir değer taşımamaktadır, deniyor. Yani yazara ve onun
eserine karşı somut bir yadsıma mevcut. Oysaki kitabın tek derdi
‘beyaz görünümlü zenci’ kişisinin vurguladığı ırkçılığı
yansıtmak.
bazen
bazen, en sevdiğin şarkıyı dinlerken onu niye sevdiğini bilmezsin. bazen, sade kahve olmayabilir, “üçü bir arada” da gider. bazen okuyacak kitap bulamazsın eski kitapları tekrar okursun. bazen kim ararsa arasın telefonlara cevap vermezsin, bi anlamı yoktur, bu bir trip değildir. bazen her şey anlamını yitirebilir, ama tekrar bulabilirde… olur öyle arada. bazen her şey olabilir, bazen hiçbir şey olmaz. bazen hayat biter. bunun bi açıklaması yoktur.
işte bunları karalarken; henüz yeterince sarhoş olamadığımı düşünüyorum. sorun değil, kafamdaki böcekler duracağa benzemiyor nede olsa. herkes gibi en az iki maskem var benim de ve birbirlerinin üzerine takıldıklarında çok şık duruyorlar. sanırım açık yaraya tükürmek mikrobu kırarmış dedikleri için yaralarıma ve tek gecelik sevişmelerimdeki kadınların dudaklarından tükürük çalıyorum. yaraya tütün filan basılmaz saçmalama. tütün içilmek içindir. bunu ben bile biliyorum hiç tütün içmesem de... gözümü yoran alkol şişelerinden kurtulmam gerektiği için bu kadar çok içiyorum. kadehi ve her gereksiz şeyi koklamayı alışkanlık haline getirmiş burnumu kırmak istiyorum. annem beni özlerse diye korkuyorum. sonra farkediyorum, evet bazen farkedebiliyorum. uykuya dalma çabalarımda kahveye boğulmuş soluğum duvardan sekip koklamaya meraklı burnuma çarpınca olur böyle bazen diyorum kendi kendime. olur böyle, delirdin diye sevinme. saçmalıyorum sadece.
Zaten sahip olduğum hiçbir şeyin normal olmadığının da bilincindeyim. Ben , sen, o , biz, siz, onlar... El ele verip, Türkçe derslerinden öğrendiğimiz zamirlerin içine sıçabiliyoruz. Yazmak istemiyorum aslında. Yazmak istemediğim için de bu denli konuşuyormuş gibi satırlarım. Beni dinlemeni çok isterdim, kim olduğun önemli değil. Her kimsen, seni karşıma alıp bütün hayatımı sana anlatmayı isterdim. Kafanın karışmasından alacağım zevkle, daha da hırslanırdım sana kendimi anlatırken. Bütün ilklerimi ve sonlarımı anlatmak isterdim sana. Sesimi alıp götürmeni isterdim, satırlarımı okumanı değil.
Kim olduğun önemli değil. Beni biraz dinler misin? Çok yorgunum. Kendimden yorgunum. Hayattan yorgunum. Çok uzun konuştum yine. Ama sen sesimi duymadın. Sesimde çıkmadı zaten.
bazen saçmalarsın böyle… bunu sık sık yapabilirsin.
işte bunları karalarken; henüz yeterince sarhoş olamadığımı düşünüyorum. sorun değil, kafamdaki böcekler duracağa benzemiyor nede olsa. herkes gibi en az iki maskem var benim de ve birbirlerinin üzerine takıldıklarında çok şık duruyorlar. sanırım açık yaraya tükürmek mikrobu kırarmış dedikleri için yaralarıma ve tek gecelik sevişmelerimdeki kadınların dudaklarından tükürük çalıyorum. yaraya tütün filan basılmaz saçmalama. tütün içilmek içindir. bunu ben bile biliyorum hiç tütün içmesem de... gözümü yoran alkol şişelerinden kurtulmam gerektiği için bu kadar çok içiyorum. kadehi ve her gereksiz şeyi koklamayı alışkanlık haline getirmiş burnumu kırmak istiyorum. annem beni özlerse diye korkuyorum. sonra farkediyorum, evet bazen farkedebiliyorum. uykuya dalma çabalarımda kahveye boğulmuş soluğum duvardan sekip koklamaya meraklı burnuma çarpınca olur böyle bazen diyorum kendi kendime. olur böyle, delirdin diye sevinme. saçmalıyorum sadece.
Zaten sahip olduğum hiçbir şeyin normal olmadığının da bilincindeyim. Ben , sen, o , biz, siz, onlar... El ele verip, Türkçe derslerinden öğrendiğimiz zamirlerin içine sıçabiliyoruz. Yazmak istemiyorum aslında. Yazmak istemediğim için de bu denli konuşuyormuş gibi satırlarım. Beni dinlemeni çok isterdim, kim olduğun önemli değil. Her kimsen, seni karşıma alıp bütün hayatımı sana anlatmayı isterdim. Kafanın karışmasından alacağım zevkle, daha da hırslanırdım sana kendimi anlatırken. Bütün ilklerimi ve sonlarımı anlatmak isterdim sana. Sesimi alıp götürmeni isterdim, satırlarımı okumanı değil.
Kim olduğun önemli değil. Beni biraz dinler misin? Çok yorgunum. Kendimden yorgunum. Hayattan yorgunum. Çok uzun konuştum yine. Ama sen sesimi duymadın. Sesimde çıkmadı zaten.
bazen saçmalarsın böyle… bunu sık sık yapabilirsin.
erkek?
Bugüne kadar öyle erkekler gördüm ki etrafımda, onların sevgililerine ne kadar aptalca davrandıklarını gördüğünüzde insanlığınızdan iğrenirdiniz. Burada sosyal medya hesaplarının şifresini istemekten veya arkadaşlarına karışmaktan bahsetmiyorum. Bunlar ne ki? Sevgilisine saat 18:00 ile 07:00 arasında dışarı çıkmayı yasaklayan adam gördüm ben... Sevgilisinin kıyafetlerinin fotoğraflarını tek tek inceleyip, açık bulduklarını ve beğenmediklerini giymesine izin vermeyen arkadaşlarım oldu benim... Kız arkadaşının cep telefonundan çatır çatır erkek numarası silenler gördüm...
Biraz yalandan sevgi, biraz yalandan aşk karşılığı, kadınları kullanmaktan çekinmeyenleri gördüm...
Sevdiğini söyleyecek kadar cesareti olmayan, bunu yaparsa o kızın karşısında küçük düşeceğini zanneden zavallı erkek. Kadınları “Evleneceğiz” diye kandıran ve bu sözlerine güvenen insanların güvenini süistimal etmesiyle ego tatmini yapacak kadar ezik erkek. Parası varsa, arabasıyla adam olduğunu zanneden ve arabası servisteyse sevgilisiyle buluşacak özgüveni bile kendinde bulamayan erkekYatakta 5 dakika bile dayanamayıp, kendince devasa o minik aletiyle üzerine çıktığı kızı sonradan “Orospu!” diye, “Motor!” diye hakaret etmekten çekinmeyen kişiliksiz erkek. Özür dilerim, “erkek” kelimesi tüm bu cümlelere fazla oldu; yalnızca “zavallı”, “ezik”, ve “kişiliksiz” olarak isimlendirmem gerekirdi. Çünkü bütün bunlar birer erkek davranışı olamaz… Olmamalı.
Kardeşim, nasıl erkek olursun, biliyor musun?
1) Hayatındaki kızın senin peşinden gelmesi gereken bir köpek olmadığını, onun da en az senin kadar kişiliği, düşünceleri ve hayalleri olduğunu anladığında.
2) Kadınların özel hayatına saygı duyduğun zaman. Hayatındaki bir kadının arkadaşlarıyla en az senin kendi arkadaşlarınla geçirdiğin kadar rahatça ve keyifle zaman geçirebilmesini sağladığında.
3) Onu senin hayatından istediği zaman çıkmakta özgür bırakacak kadar özgüvenli olduğunda. Bir kadın eğer baskı gördüğü için veya etrafında erkek görmediği için seni terk etmiyorsa ya da aldatmıyorsa, bu bunları sana yapmayacağı anlamına gelmez. Bu sadece yapamadığını gösterir. Sen onu tamamen özgür bıraktığın halde o yine senden başkasıyla olmak istemiyorsa, yine seni aldatmıyorsa, yine -ona onlarca erkek yaklaştığı halde- tüm erkekleri geri çevirip yalnızca seni istiyorsa, işte o zaman o kadın gerçekten seninledir demektir. Öteki türlüsü yalnızca kendine güvenmeyen birinin gösterdiği ezikçe çabalardır.
4) Kadınların da en az senin kadar seks yapmaya hakkı olduğuna kendini inandırdığında. İyi dinle: Bu bekaret zarı denilen şey, kız bebeklerinin fiziksel imkanları nedeniyle bizler kadar korunaklı olmayan genital bölgesini ve karın kısmını mikroplardan korumak için vardır. Bundan başka da hiçbir bir görevi yoktur. Bunun farkında ol.
Biraz yalandan sevgi, biraz yalandan aşk karşılığı, kadınları kullanmaktan çekinmeyenleri gördüm...
Sevdiğini söyleyecek kadar cesareti olmayan, bunu yaparsa o kızın karşısında küçük düşeceğini zanneden zavallı erkek. Kadınları “Evleneceğiz” diye kandıran ve bu sözlerine güvenen insanların güvenini süistimal etmesiyle ego tatmini yapacak kadar ezik erkek. Parası varsa, arabasıyla adam olduğunu zanneden ve arabası servisteyse sevgilisiyle buluşacak özgüveni bile kendinde bulamayan erkekYatakta 5 dakika bile dayanamayıp, kendince devasa o minik aletiyle üzerine çıktığı kızı sonradan “Orospu!” diye, “Motor!” diye hakaret etmekten çekinmeyen kişiliksiz erkek. Özür dilerim, “erkek” kelimesi tüm bu cümlelere fazla oldu; yalnızca “zavallı”, “ezik”, ve “kişiliksiz” olarak isimlendirmem gerekirdi. Çünkü bütün bunlar birer erkek davranışı olamaz… Olmamalı.
Kardeşim, nasıl erkek olursun, biliyor musun?
1) Hayatındaki kızın senin peşinden gelmesi gereken bir köpek olmadığını, onun da en az senin kadar kişiliği, düşünceleri ve hayalleri olduğunu anladığında.
2) Kadınların özel hayatına saygı duyduğun zaman. Hayatındaki bir kadının arkadaşlarıyla en az senin kendi arkadaşlarınla geçirdiğin kadar rahatça ve keyifle zaman geçirebilmesini sağladığında.
3) Onu senin hayatından istediği zaman çıkmakta özgür bırakacak kadar özgüvenli olduğunda. Bir kadın eğer baskı gördüğü için veya etrafında erkek görmediği için seni terk etmiyorsa ya da aldatmıyorsa, bu bunları sana yapmayacağı anlamına gelmez. Bu sadece yapamadığını gösterir. Sen onu tamamen özgür bıraktığın halde o yine senden başkasıyla olmak istemiyorsa, yine seni aldatmıyorsa, yine -ona onlarca erkek yaklaştığı halde- tüm erkekleri geri çevirip yalnızca seni istiyorsa, işte o zaman o kadın gerçekten seninledir demektir. Öteki türlüsü yalnızca kendine güvenmeyen birinin gösterdiği ezikçe çabalardır.
4) Kadınların da en az senin kadar seks yapmaya hakkı olduğuna kendini inandırdığında. İyi dinle: Bu bekaret zarı denilen şey, kız bebeklerinin fiziksel imkanları nedeniyle bizler kadar korunaklı olmayan genital bölgesini ve karın kısmını mikroplardan korumak için vardır. Bundan başka da hiçbir bir görevi yoktur. Bunun farkında ol.
19 Ocak 2014 Pazar
yalnızlık bana kaldı
şarkı eşiliğinde daha iyi gelecektir...
yine gece evde bir başıma otururken kafamdaki böceklerin sorularıyla uğraşıyorum. seslerini bu sıralar dahada yükseltir oldular. susturamıyorum, boğamıyorum...
yalnız yürüyüş yapmak, konsere gitmek, şarap içmek. düşününce çok hoş şeyler. daha doğrusu alışınca güzelleşecek durumlar. peki bu yalnızlaşmaya alışmak zor oldu mu?
buna bir sürü yanıt verebiliyorum içimden, dışımdan, uzaklardan, geçen günlerde uzayda bir başına kaybolmuş hisseden kozmonot yanımdan...
ilk başta; Yalnızlık zordur. Ben aslında hayatım boyunca hep yalnızdım. Herkes kadar yalnızdım yada herkesten biraz daha fazla... Yalnızlık hayatım boyunca nereye gitsem peşimi hiç bırakmadı. Her yerde; evde, sokakta, arabada, en kalabalık olduğumuz anlarda bile. Kaldırım ve dükkanlarda... Her yerde. Kaçış yok...
Sonrasında başka bir yanıt beliriyor içimde; ve aslında benimki yalnızlıktan ziyade “bireysellik” gibi bir şey sanırım. çünkü, bu konuda çok şanslıyım ki, hayatımın hemen her döneminde çok sevdiğim arkadaşlarım, dostlarım oldu, varlar. bir şeye canım sıkılsa ya da diyelim konuşma ihtiyacı duysam yanımda olacak ve ne kadar saçmalarsam saçmalayayım beni anlayacak insanlar. yani, yalnız gibi de değilim.
sadece, geniş sohbet masalarının, partilerin insanı değilim ya da mesela, günlük hayatta şöyle bir merhabalaşmamın olduğu bir grup insanla kalkıp bir yerlere gitmem genelde, eğlenceyi ya da dertleşmeyi yalnızca bana yakın insanlarla yaşamayı severim özetle ve bu da sosyal çevremin az kişiyle sınırlı kalmasına ve insanların benim ne kadar yalnız olduğumu düşünmelerine yol açıyor.
çok sevdiğim, dengeli bir yalnızlığım, kendi dünyam var ve sanırım orası, kendimi en rahat hissettiğim yer.
ama şunu söyleyebilirim; yalnızlığınla mutlu olabilmek için, kendine vakit ayırmaktan, kendini geliştirmekten yani “kendine, kendin için yatırım yapmaktan” hoşlanman gerekiyor.
yanında tek bir insan bile kalmaması ihtimalinde, kendine "korkma ben varım" diyebileceğini bilmek, gerçekten güzel bir his bana göre. çünkü bunu çok içten diyecek insanlar bir gün korktuğunu söylediğinde, yanımda ol dediğinde mazeret üretiyorlar.
ve bu şekilde; kurduğun her arkadaşlığın, dostluğun ya da diyelim kadın-erkek ilişkisinin, yalnızlıktan kurtulmak, çünkü, günümüzde pek çok ilişkinin kurulduğu temel bu, falan için değil, gerçekten istediğin için geliştiğini biliyorsun.
Hayatımdaki her bir insan ayrı ayrı önem kazanıyor.
Ve inan bana kendim; yalnız yapılan yürüyüşler, gidilen konserler, bir kafeye tek başına oturup insanları gözlemlemek, bir bankta oturup kendini sadece “düşünme eylemi”ne bırakmak…
Bunlar güzel şeyler.
haa işin dürüstçe ve bu kadar cool olmayan bir teşvik nedeni daha var. "bu hayatta kendinlesin koçum, buna göre yaşayacaksın”, bir çeşit önemli aydınlanma noktasıydı benim için. çünkü sevdiklerin seni yalnızlığına atarak gidiyorlar her seferinde. büyükbabam öyle yaptı, bir anda gidiverdi, ilk büyük yalnızlık, sonra anne ve baba boşandı, tüm acıları çocukların kucaklarına bıraktılar, kendileriyle o kadar meşguldüler ki, bizi hatırladıklarında iş çok geçmişti. eh aşk hayatı da öyle. hayatıma giren tüm dişiler için aynı hisleri beslemedim sonuçta. ama büyük üçlü "Z", "A", "M" (ilişkilerin sonları niye kötü belli tabi, baş harfleri zam mı olur yaa) zor zamanlarda gittiler. acıttılar. bazen bilerek can yaktılar. yalnızlığın içine ittiler. her üçünde de içimde farklı ateşler yandı.
Bir gün biri çıkar karşına bütün dünyan alt üst olur. Ne diyeceğini, ne söyleyeceğini şaşırırsın. Doğru düzgün düşünemezsin bile, bütün dünyan o olur. Yanındayken bile bir gün çekip gidecek diye korkarsın. Ne öpmeye kıyabilirsin ne bakmaya. Ne zaman onu düşünsen sol kaburgan ağrır. Ağlamak istersin, ağlayamazsın.
böyle hissede hissede gittiler... yalnızlık bana kaldı...
yalnız yürüyüş yapmak, konsere gitmek, şarap içmek. düşününce çok hoş şeyler. daha doğrusu alışınca güzelleşecek durumlar. peki bu yalnızlaşmaya alışmak zor oldu mu?
buna bir sürü yanıt verebiliyorum içimden, dışımdan, uzaklardan, geçen günlerde uzayda bir başına kaybolmuş hisseden kozmonot yanımdan...
ilk başta; Yalnızlık zordur. Ben aslında hayatım boyunca hep yalnızdım. Herkes kadar yalnızdım yada herkesten biraz daha fazla... Yalnızlık hayatım boyunca nereye gitsem peşimi hiç bırakmadı. Her yerde; evde, sokakta, arabada, en kalabalık olduğumuz anlarda bile. Kaldırım ve dükkanlarda... Her yerde. Kaçış yok...
Sonrasında başka bir yanıt beliriyor içimde; ve aslında benimki yalnızlıktan ziyade “bireysellik” gibi bir şey sanırım. çünkü, bu konuda çok şanslıyım ki, hayatımın hemen her döneminde çok sevdiğim arkadaşlarım, dostlarım oldu, varlar. bir şeye canım sıkılsa ya da diyelim konuşma ihtiyacı duysam yanımda olacak ve ne kadar saçmalarsam saçmalayayım beni anlayacak insanlar. yani, yalnız gibi de değilim.
sadece, geniş sohbet masalarının, partilerin insanı değilim ya da mesela, günlük hayatta şöyle bir merhabalaşmamın olduğu bir grup insanla kalkıp bir yerlere gitmem genelde, eğlenceyi ya da dertleşmeyi yalnızca bana yakın insanlarla yaşamayı severim özetle ve bu da sosyal çevremin az kişiyle sınırlı kalmasına ve insanların benim ne kadar yalnız olduğumu düşünmelerine yol açıyor.
çok sevdiğim, dengeli bir yalnızlığım, kendi dünyam var ve sanırım orası, kendimi en rahat hissettiğim yer.
ama şunu söyleyebilirim; yalnızlığınla mutlu olabilmek için, kendine vakit ayırmaktan, kendini geliştirmekten yani “kendine, kendin için yatırım yapmaktan” hoşlanman gerekiyor.
yanında tek bir insan bile kalmaması ihtimalinde, kendine "korkma ben varım" diyebileceğini bilmek, gerçekten güzel bir his bana göre. çünkü bunu çok içten diyecek insanlar bir gün korktuğunu söylediğinde, yanımda ol dediğinde mazeret üretiyorlar.
ve bu şekilde; kurduğun her arkadaşlığın, dostluğun ya da diyelim kadın-erkek ilişkisinin, yalnızlıktan kurtulmak, çünkü, günümüzde pek çok ilişkinin kurulduğu temel bu, falan için değil, gerçekten istediğin için geliştiğini biliyorsun.
Hayatımdaki her bir insan ayrı ayrı önem kazanıyor.
Ve inan bana kendim; yalnız yapılan yürüyüşler, gidilen konserler, bir kafeye tek başına oturup insanları gözlemlemek, bir bankta oturup kendini sadece “düşünme eylemi”ne bırakmak…
Bunlar güzel şeyler.
haa işin dürüstçe ve bu kadar cool olmayan bir teşvik nedeni daha var. "bu hayatta kendinlesin koçum, buna göre yaşayacaksın”, bir çeşit önemli aydınlanma noktasıydı benim için. çünkü sevdiklerin seni yalnızlığına atarak gidiyorlar her seferinde. büyükbabam öyle yaptı, bir anda gidiverdi, ilk büyük yalnızlık, sonra anne ve baba boşandı, tüm acıları çocukların kucaklarına bıraktılar, kendileriyle o kadar meşguldüler ki, bizi hatırladıklarında iş çok geçmişti. eh aşk hayatı da öyle. hayatıma giren tüm dişiler için aynı hisleri beslemedim sonuçta. ama büyük üçlü "Z", "A", "M" (ilişkilerin sonları niye kötü belli tabi, baş harfleri zam mı olur yaa) zor zamanlarda gittiler. acıttılar. bazen bilerek can yaktılar. yalnızlığın içine ittiler. her üçünde de içimde farklı ateşler yandı.
Bir gün biri çıkar karşına bütün dünyan alt üst olur. Ne diyeceğini, ne söyleyeceğini şaşırırsın. Doğru düzgün düşünemezsin bile, bütün dünyan o olur. Yanındayken bile bir gün çekip gidecek diye korkarsın. Ne öpmeye kıyabilirsin ne bakmaya. Ne zaman onu düşünsen sol kaburgan ağrır. Ağlamak istersin, ağlayamazsın.
böyle hissede hissede gittiler... yalnızlık bana kaldı...
18 Ocak 2014 Cumartesi
cehenneme hoş geldin
Bana da saçma geliyor, ellerim yüzüne tırmandıkça içimde başlayan yükseklik korkusu. yolunu kaybeden birkaç parmağımın ; o anda teninde bıraktığı izler... ellerimin tenine olan sabıka kaydı.
Bunları düşünüyordum, saat sabahın 6'sı. Şehir iç kanamaları olurdu bu saatlerde. ben uyanıp seni izlerdim. bir kadın, tüm cinse adını veren kadının, göğüs uçlarına geceliği dokunurdu. ki o çiçekli kokusu olan göğüsleriyle emzirecek bir gün çocuğunu.
Elleri benzerdi mevsimlere, soğuktu bu aylar ellerinin uzaklığı yüzünden, tenimi sıkı giyin dedim. üşütme... Bu mevsimlerde; anason vuruyordu tüm gidemediğimiz deniz kıyılarına.
Bilmem kaçıncı Dünya savaşından mağlup çıkmış gibiydi gözlerin biraz savunmasız, biraz direnişçi. daha çok yorgun ve güvensiz...
Benim ise teninle münasebetim; zenci bir kölenin jazz söylemesi gibiydi... biraz melodik, daha çok haykırış... sanki geceleri dudaklarına yasak koyuyordu kelebekler, sanki göbeğin bedeninin yapım aşamasını tamamlayamayan birinin pes etmişliğinin kanıtı. (ki bir çokları tanrı diyor)
hepimiz biliyoruz, çivisi çıkınca her şeyin ;
bugün ne yapsam telaşını yaşayamadığı için ateist olacak, sonunda bütün peygamberlerin Sırat Köprüsünden aşağıya bakacakları gün gelecek.
Sonrası laf aramızda : ''cehenneme hoş geldin''
Bunları düşünüyordum, saat sabahın 6'sı. Şehir iç kanamaları olurdu bu saatlerde. ben uyanıp seni izlerdim. bir kadın, tüm cinse adını veren kadının, göğüs uçlarına geceliği dokunurdu. ki o çiçekli kokusu olan göğüsleriyle emzirecek bir gün çocuğunu.
Elleri benzerdi mevsimlere, soğuktu bu aylar ellerinin uzaklığı yüzünden, tenimi sıkı giyin dedim. üşütme... Bu mevsimlerde; anason vuruyordu tüm gidemediğimiz deniz kıyılarına.
Bilmem kaçıncı Dünya savaşından mağlup çıkmış gibiydi gözlerin biraz savunmasız, biraz direnişçi. daha çok yorgun ve güvensiz...
Benim ise teninle münasebetim; zenci bir kölenin jazz söylemesi gibiydi... biraz melodik, daha çok haykırış... sanki geceleri dudaklarına yasak koyuyordu kelebekler, sanki göbeğin bedeninin yapım aşamasını tamamlayamayan birinin pes etmişliğinin kanıtı. (ki bir çokları tanrı diyor)
hepimiz biliyoruz, çivisi çıkınca her şeyin ;
bugün ne yapsam telaşını yaşayamadığı için ateist olacak, sonunda bütün peygamberlerin Sırat Köprüsünden aşağıya bakacakları gün gelecek.
Sonrası laf aramızda : ''cehenneme hoş geldin''
Sonsuzluk ve bir gün
Uzun uzun suskunluklarla doldurulmuş mektuplar yazıyorum, bir anlayanı vardır elbet. Cem Mumcu'nun da dediği gibi; "benim en yakın dostlarım, birlikte sınırsızca susabildiklerim"
Başka bir şey söyleyemiyorum.
Bir şey daha… Bursa’da sabah ezanının okunduğu saatlerde artık anlamıştım: Onların, yani insanların dünyasıydı gerçek dünya, gerçekdışı olan bendim. Onlar soluk alıp veriyor, değişiyor, yapıyor, kuruyor, istiyor, çiftleşiyor, kızıyor, ağlıyor, kahkahalar atıyor, sağ kalıyordu. Ben seyrediyordum. Yaşamın yüreğinde bir soru işaretinden başka bir şey değildim.
Ve bir şey... Sana söyleyemediklerimi hamam böceklerine söyleyeceğim.. bazen hayatın varlığının tek kanıtıdır onlar. hem Bukowski ne diyordu Sarhoş Çal Piyanoyu'da; "muhabbet edecek bir hamam böceği bile bulamıyorum" Susuyoruz bak hep. Söyleyemediklerimizi susuyor, bilmediklerimizi konuşuyoruz
Ve bir şey… hayal kurarım, en zevksiz acıklı şeylere gözyaşı dökerim de kendimi bilmem. Biz bilmeyiz birbirimizi, böylesine mutlu değil miyiz bazen? Bu evrende her şeyi silecek birileri. Bu önemli değil, belki de biz diye bir şey de yok, çoktan tükenmişiz. Bırakıp bırakıp uzak kentlere bile gidemeyiz. Hem bak, bizi ağaçlandırmak güçtür, ya içimizdeki çöl?
Ve bir şey daha... Gülmeli şeyler okuyalım mesela. Gülünce çocukluğum ara sokaklarda bağırışlar içinde oyun oynuyor. Çocuklaşacağım tutuyor. Hem biliyor musun, insanların çoğu yoksul değil, yoksun. Kaybediyorum varlık telaşesini. Bir tenden bir tene akmakla, almaklığı hiç bitmiyor ki .
Son bir şey daha; olmayacak şeyler yüzünden oluyor hep bu olanlar. Gittiğin yerlerden hiç bayram getirmiyorsun mesela. Kağıtlara geçirmeyi unuttuğum kısa öyküler yazıyorum, hepsi komik, tuhaf ve acıklı. Yani iki kişilik… Ben ve bana ait...
Unutuluyor söylenceler. Yollar beni kahretmeye uzuyorlar. Halbuki seni ve gülüşünü taşıyan otomobiller ne güzeldir. Mektuplar iflah olmuyor, beklemek de. Herkes uyuyunca işçiliğini Turgut Uyar’ın yaptığı şiirlerden külah yapıp başıma, sana mektuplar örüyorum kalemle. “gülümsemen güzel, gülümse!” diyordum eski mektupların birinde.
Sonra bir filmden kopup gelen replikler uçuşuyor aklımda;
“Yarın ne kadar sürer diye bir soru sormuştum Anna, hatırladın mı? Sonsuzluk ve bir gün kadar…”
Başka bir şey söyleyemiyorum.
Bir şey daha… Bursa’da sabah ezanının okunduğu saatlerde artık anlamıştım: Onların, yani insanların dünyasıydı gerçek dünya, gerçekdışı olan bendim. Onlar soluk alıp veriyor, değişiyor, yapıyor, kuruyor, istiyor, çiftleşiyor, kızıyor, ağlıyor, kahkahalar atıyor, sağ kalıyordu. Ben seyrediyordum. Yaşamın yüreğinde bir soru işaretinden başka bir şey değildim.
Ve bir şey... Sana söyleyemediklerimi hamam böceklerine söyleyeceğim.. bazen hayatın varlığının tek kanıtıdır onlar. hem Bukowski ne diyordu Sarhoş Çal Piyanoyu'da; "muhabbet edecek bir hamam böceği bile bulamıyorum" Susuyoruz bak hep. Söyleyemediklerimizi susuyor, bilmediklerimizi konuşuyoruz
Ve bir şey… hayal kurarım, en zevksiz acıklı şeylere gözyaşı dökerim de kendimi bilmem. Biz bilmeyiz birbirimizi, böylesine mutlu değil miyiz bazen? Bu evrende her şeyi silecek birileri. Bu önemli değil, belki de biz diye bir şey de yok, çoktan tükenmişiz. Bırakıp bırakıp uzak kentlere bile gidemeyiz. Hem bak, bizi ağaçlandırmak güçtür, ya içimizdeki çöl?
Ve bir şey daha... Gülmeli şeyler okuyalım mesela. Gülünce çocukluğum ara sokaklarda bağırışlar içinde oyun oynuyor. Çocuklaşacağım tutuyor. Hem biliyor musun, insanların çoğu yoksul değil, yoksun. Kaybediyorum varlık telaşesini. Bir tenden bir tene akmakla, almaklığı hiç bitmiyor ki .
Son bir şey daha; olmayacak şeyler yüzünden oluyor hep bu olanlar. Gittiğin yerlerden hiç bayram getirmiyorsun mesela. Kağıtlara geçirmeyi unuttuğum kısa öyküler yazıyorum, hepsi komik, tuhaf ve acıklı. Yani iki kişilik… Ben ve bana ait...
Unutuluyor söylenceler. Yollar beni kahretmeye uzuyorlar. Halbuki seni ve gülüşünü taşıyan otomobiller ne güzeldir. Mektuplar iflah olmuyor, beklemek de. Herkes uyuyunca işçiliğini Turgut Uyar’ın yaptığı şiirlerden külah yapıp başıma, sana mektuplar örüyorum kalemle. “gülümsemen güzel, gülümse!” diyordum eski mektupların birinde.
Sonra bir filmden kopup gelen replikler uçuşuyor aklımda;
“Yarın ne kadar sürer diye bir soru sormuştum Anna, hatırladın mı? Sonsuzluk ve bir gün kadar…”
17 Ocak 2014 Cuma
Paul Auster: Yazmanın dehası labiretlerde gizli
“Uçurumun kıyısından
atlayacağım anda bir şey uzanıp beni havada yakaladı. Onu aşk
olarak tanımlıyorum. İnsanı düşmekten kurtarabilen tek şey,
yerçekimine karşı koyabilen yegâne güç.”
Manhattan’ı New Jersey’den ayıran
Hudson nehrinin batı kıyısında, Newark yakınlarında bir erkek
çocuğu dünyaya gelir. Polonya göçmeni bir Yahudi olan baba
Samuel ve anne Queenie yeni doğan oğullarına Paul adını
koyarlar. Daha önceleri ünlü mucit Edison’un ekibinde çalışan
Samuel artık mobilya ticaretiyle uğraşmaktadır. Paul okul
hayatıyla birlikte okumaya merak salar. Genç Paul on dört yaşında
iken arkadaşları ile açık alanda kamp yapmaya gider. Aniden çıkan
fırtınadan korunmak için bir yere sığınmaya çalışırlarken
hemen yakınlarına düşen bir yıldırım birkaç metre ötesindeki
arkadaşının ölümüne neden olur. Onu yaşama döndürmeye
uğraşırken gözlerinin önünde maviye dönüşen ceset, Paul
Auster’ın hayata karşı tedirgin duygular beslemesinin bir başka
önemli nedeni olacaktır. Absürd tesadüflerle, beklenmedik
olaylarla şekillenen romanların temeli belki de o dönemde
atılmıştı.
“Eğer her şeye hazır olduğunuzu
sanıyorsanız, hiçbir şeye hazır değilsinizdir.”
Paul Auster’ın kitaplarında
okurların karşısına çıkan; anlatılanlar vardır,
anladıklarımız vardır ve başka bir şeyler daha: Karmaşık,
tanımsız, absürd, varoluşsal…
“Bir hikâyenin gerçekliği
detaylarda gizlidir.”
Yazar ilk kitabını bitirdiğinde onu
basacak bir yayıncı aramaya başlar. Bir, iki, üç, beş, on…
New York kentinde tam on yedi ayrı yayınevi tarafından
reddedildikten sonra kilitli kapıyı, ayrıksı yapıtlara daha
duyarlı bir bölgeden, San Francisco’dan bir yayınevi açar. Daha
sonra New York üçlemesi adıyla ün kazanacak bu zincirinin ilk
halkası, City of Glass – Cam Kent 1985 yılında yayınlanır.
“Bunlar artık elde kalan son
şeyler, diye yazar genç kız. Bir gün gelecek , kaybolacaklar ve
asla geri dönmeyecekler.” Paul Auster’in en önemli
eserlerinden biri, In The Country of Last Things – Son Şeyler
Ülkesinde (1987) bu sözlerle başlar. Kaosun hüküm sürdüğü,
düzenin kendini yok ettiği bir adaya, kaybolan erkek kardeşini
aramaya giden on dokuz yaşındaki kız, Anna Blume, adadan ayrılan
son gemiyi göz göre göre kaçırır. Zira yazarın emir
komutasında bir felaketten öbürüne savrulan bir maceranın
kahramanı olmak gibi bir görevi vardır. Hiçliğin, anlamsızlığın
sözcüklere dökülmeden anlatıldığı bu fantastik hikâyenin
canlı şahidi olma görevi de okurlara verilmiştir.
Kurgularında sürekli karşımıza
çıkan belirsizlikler, tesadüfler, gerçek hayatında da benzer
rolleri oynamaktadır. Bu koşturma bittiğinde, aslında sakin ve
yalnız bir hayatı tercih eden yazar yeniden Brooklyn’deki evine
geri dönüp yazı masasının başına geçecektir. Eserlerinin
neredeyse tümü Türkçeye çevrilen Auster, kitaplarının
Amerika’dan çok Avrupa’da satmasından şikâyet etmek yerine
bunun kendisi için daha büyük bir anlam ifade ettiğini
söylemekten geri durmaz. Ülkesinde kendisi hakkında çıkan
eleştirileri ciddiye almasa da bu durumdan hoşlanmadığını,
içinde yaşadığı toplumun beklentilerini karşılamak gibi bir
görevinin de olmadığını savunur.
15 Ocak 2014 Çarşamba
Sanal Tutkular Çağı
Şu saate bir hastane odasında
manzaraya karşı YannTiersen dinleyip, kahve içerken tüm
tutkulardan uzağa atılmış gibiyim. Hiçbir testi yapılmadan uzay
fırlatılmış bir Soyuz kapsülündeki Kozmonot hissi...
Oysa ki günlerce barlarda, sokaklarda,
kadınların sesinde, fahişelerin gözlerinde kendimi neşeli
hissettirecek, iyi ben'i hatırlatacak hislerin gölgesini aradım.
İnsan internet karşısında yalnız
kaldığında canı da sıkılıyorsa, ki benim bu aralar sık sık
sıkıldığı gibi, kafasını dağıtmak için anlamsız şeylere
bakıyor. Gerilen, kaybolmaya ilerleyen ruhumu rahatlatmak için
ekranda boş bir neşeyle bakan kadınların, zamansızlıkta saklı
kalmış güzelliklerine bakarım boş boş... Pronografiden
bahsetmiyorum. Ilişki hali videoları ya da fotoğrafları insana
yalnızlığını daha da hatırlatmaktan başka bir şey değil.
Yine de yapmacık, sahte olduğunu bildiğin tatlı vaatlerle ekranda
bana bakan az çıplak, bol iç çamaşırlı hatun aklımı
dağıtıyordu. Bu yazan çizen bendeniz için belki de küçümsenecek
birşey belki, ama ne yapabilridim ki? Bizim zamanımızın durumu böyle. Yoksa Çarlık Rusyası Edebiyatçıları gibi acılarımı
kumar masalarına bırakmayı ya da Bohem Fransız yazarların Moulin
Rouge'da fahişelerle duman altı olarak kafa yaptığı zamanda değilim
malesef...
Biz bu boktan modern zamanlar içinde tutkularımızı ve
aşklarımızı maddiyata satıp internet karşısında "Sanal
Tutkular Çağı"nı yaşıyoruz.
Amaaannn... ben neden anlatıyorum
bunları.
O kendimi iyi hissetmemi sağlayacak
gölgeyi araken etrafa, bir kadınla eve gittik. Onun koltuğunda
karşılıklı oturup yüzüne baktım. Ellerine, parmaklarına...
Sigasını dudaklarına götürüşüne. Nefes alışına...
kıyafetlerinin arasından belli olan göbeğine... Acaba vücudunda
dövme var mıydı? Dumanın dudaklarından süzülüşüne...
öylece bir kadın olarak duruyordu. Sevebilirdim belki de onu... hoş
bir kadındı aslında.
Orada karşılıklı otururken,
birazdan yapmamızın muhtemel olduğu seksi bekliyordu belki. Belki
de aklında tamamen başka, kendi dünyasına ait bir şeyler vardı.
Umursamadığımı farkettim ne düşündüğünü. Dudaklarından
ayıramıyordum gözümü. Sigara içmeyen biri için karşımdaki
kadının sigara içmesi çok nadir etkiler. "Z"
gibi içiyordu sigarayı. Dumanının yüzünde dolaşmasına izin
vererek. Hırsla kendinden uzaklaştırmak ister gibi değil de
yavaşça yüzünü okşamasına izin vererek bırakıyordu dumanı...
Telefon'a gelen bilmem kaçıncı
mesaja baktım. "G" vijdanımın sesi olmaya
çaışıyor. Buraya gelirken mesaj atmıştım. O ise onlarca şey
yazmış. Göz ucuyla okudum. Hızlıca. Amaaannn...
Sevişmek istediğimden bile emin
değildim ki... "G" karıştırdı aklımı. Bıraksa
da tenimdeki son dokunuşlarının da izini silebilsem bir öncekinin.
Offf... artık sevişmek bir yana, O'na arzu uyandıran bir şekilde
bile dokunmak istemediğimi farkediyorum. Sanki başka zamanlara ait
gibiydik... Sanki bir okyanusta dibe batıyor gibiydik. Şimdi ona
buradan bakmak ve boş boş gülümsemek dışında bir isteğim
yoktu içimde... oturduğum yerden yavaşça kalktım. Ona doğru
adım attım. Ellerine bakıyordum, uzun parmaklarına... tuttum
onları. Yavaşça öptüm ellerinden. Şaşkınlıkla tebessüm
etti. Gülümsedim... kapıya doğru hareketlendim. Merdivenler...
sokak... önüme çıkan ilk bara oturdum... bira...
çıkarken montumu almayı unutmuşum.
Neyse zaten eve taksiyle dönerim buradan. Belki bir başka gün
kapısını çalmak için bir bahane olur mont...
14 Ocak 2014 Salı
Yeter artık, söylenmeyi bırak ve eyleme geç...
Kafamda susmayan böceklerimin darbe yaptığı andır bu cümleyi durmaksızın tekrarlamaları... "Yeter artık, söylenmeyi bırak ve eyleme geç!"
Tüm kişisel gelişim kitapları envayi çeşit zırvalıklarla dolu. "Olumlu düşün, herşey yoluna girecek", "Iyi düşündüğün sürece başarıya giden yol açılacak" vs.vs... Böceklerim bağırıyorlar içeriden; "Siktir oradan, nereye kadar kaçacaksın?"
Sonra da bitmek bilmez bir monoloğa başlıyor böceklerim;
Insanlıklar bunları duymayı seviyor çünkü rahatlatıyor onları. Deniyorlar, başarıya ulaşamayınca da daha da üzülüyorlar. Sonra ellerindekiye yetinmeye başlıyorlar. Başkalarını suçluyorlar. Tanıyorsun değil mi? Sen, çevrendekiler...
Farkına varman gereken asıl nokta Seçkincim, yaşadığın hayat kendi hatalarının toplamı. Başarısızlıklarının kendi hataların olduğunu kabul etmezsen başarılı olamazsın. Şu sıçtığımın hayatından sen sorumlusun Seçkin. Düşüncelerin, sözlerin ve yaptıkların yaşamakta olduğun bu hayatı oluşturdu. Sakın kolaya kaçıp kontrolüm dışında olan kötü olaylar zırvasına sığınma. Kötü şeyler olduğunda arkanı dönüp kaçmadın mı, başa çıkmak yerine kafanı kuma gömmedin mi? Bilmiyor musun bir olayla başa çıkma yöntemin yine senin elindedir. O durum karşısında nasıl davrandığın da senin sorumluluğun ve hatandır. Bugün kızdığın, kırıldığın, gözyaşı döktüğün herşey senin hatandır.
Başkalarını suçlaman, mazeretler üretmen umrumuzda değil...
Ne yapacağını söyleyelim sana;
öncelikle o lanet olası çeneni kapa. Daha iyi dinle insanları.
Sonra beş yaşında oyuncak alınmadı diye yırtınan sümüklü veletler gibi mıznızlanmayı bırak. Sorunlar öyle çözülmez. Ipleri eline al.
Sonuncusu da, eyleme geç. Net kararlar ver. Bu kararları uygulamak için plan yap. Gerçekleştirmek için yapılması gerekeni yap.
Kolay mı? Elbette değil. Ama yap!!!
gibi...
Severmiş gibi ilişkiler yaşıyoruz.
Öpermiş gibi yarım ağızdan…. Nefesimiz bile yüzeysel, alırmış gibi.
Verirmiş gibi sözlerimizi,
Yitmiş gitmiş çalakalem resimleri boyuyoruz…
Elinden geleni yaparmış gibi
…mış gibi yapıyoruz sürekli..
“…meli” “….malıları” mızı , “….mış gibi” yaparak zamanı tüketiyoruz.
İçinde kendinizi yitirdiğiniz, benliğinizi yara bere içinde bırakıp tanımsızlığa sokan ilişki sarmallarında hiçbirşey yokmuş gibi, olması böyle gerekliymiş gibi yaşamayı kendinize reva görüyorsunuz.
Yoğun kalabalıklarda kendinizi yitirip mutluymuş gibi yapıyorsunuz.
Aynada gördüğünüz bu yabancıyı kendinizmiş gibi zannediyorsunuz; gerçek sesini senelerdir duymasanız bile.
Daha ne kadar sürecek bu oyun, bu kandırmaca.
Ne zaman gerçekten siz olmayı seçecek, ne zaman yaptığınızın altına “Ben” imzasını atabilecek cesarete ulaşacaksınız?
Neyi bekliyorsunuz, bu dünyadan geçip gittikten sonra “Nasıl bilirdiniz ?”, “İyi bilirdik” mişleri duymayı mı?
Geçen zaman değil sadece, “Siz” de gelip geçiyorsunuz.
Yaşamın her milisaniyesinde, olmak, yapmak, hissetmek istediğiniz herşeye tanımaya bile uğraşmadığınız özgün gerçeğinizin damgasını vurmanın zamanı gelmedi mi?
Sizin olmayan kimliklerin içinde, sizin olmayan kararların sonuçlarının bedellerini taşımanıza gerek olmadan, bağıra bağıra “BEN” demenin tadını çıkarmanın zamanıdır.
Bugüne kadar ne olduysa oldu, ne geldiyse geçti; artık yeni bir sayfa açmak lazım. Hiçbirşey için geç değil, hiçbirşey olanaksız değil.
Tek şartı cesaret ve kararlılık olan bir süreç bu; sonunda da hediyesi “SİZ” olan.
11 Ocak 2014 Cumartesi
Cevat Şakir'den Halikarnas Balıkçısı'na...
Bodrum'a
gittiniz mi? Şayet benim gibi bir Bodrum sever ve hayatının dönüm
noktalarında yolu Bodrum'la kesişmiş biriyseniz Cevat Şakir'i,
yani Halikarnas
Balıkçısı'nı
bilirsiniz.
“Merhaba! Yokuşbaşına
geldiğinde Bodrum’u göreceksin.
Sanma ki sen geldiğin gibi
gideceksin.
Senden öncekilerde hep
böyleydiler.
Akıllarını hep Bodrum’da
bırakıp gittiler”
Halikarnas Balıkçısı
Halikarnas Balıkçısı’nın hayat
hikâyesini okudunuz mu bilemem ama; bu hikâye bir imparatorluğun
dağılma sürecinde bir adada başlar. Balıkçı, ilk merhabasını
bu adada “maviye” adamıştır. Köklü bir ailesi vardır.
Kardeşleri de onun gibi sanata ilgi duyacak ve bu konuda başarılı
olacaklardır. İlk yazısını İkdam Gazetesi yayınlar. Oxford’da
okuduğu yıllarda tanıştığı bir İtalyan kadınla ilk
evliliğini gerçekleştirir. Daha sonra iki defa daha evlenecek ve
bu evliliklerinden beş çocuğu olacaktır. Sanırım Azra Erhat ile
yaşadığı aşk tüm evliliklerinin üstündedir. Bu konuda ikisi
de konuşmaz. İtalya’dan döndüğünde hayatını altüst edecek
o olayı yaşar. Afyon’daki çiftliklerinde konusu “muallâk”
olan bir tartışma sırasında babasını vurur. On beş yıllık
kürek cezasının yedinci yılında hastalığı sebebiyle tahliye
edilir. İstanbul’da çeşitli dergilerde çalışmaya başlar.
Dergilere yaptığı karikatür ve kapak çalışmaları ilgi çeker.
Hayatının akışı normale döndüğü
sırada “Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmağa
Nasıl Giderler” adlı yazısı başına dert açacaktır. İstiklal
Mahkemesi, memlekette isyan olduğu bir sırada yayımlanan bu
yazının “askeri isyana teşvik” suçunu işlediğine karar
verir. Bodrum’a sürgün edilir. İşte bu sürgün artık bir
“mavi sürgün”dür. Cevat Şakir, Bodrum’a yerleşmeye karar
verir. Yazılarında kullanacağı mahlası da Bodrum’un antik
çağdaki ismi olacaktır. Artık Cevat Şakir olarak değil
Halikarnas Balıkçısı olarak anılır.
Halikarnas Balıkçısı ilk iş olarak
Bodrumlu balıkçılarla tanışır. Onlara yeni olta takımları
alır ve sünger avcılığını yaygınlaştırır. Tüm
unvanlarından, soylu aile yapısından sıyrılarak Bodrumlu bir
balıkçı olmaya karar vermiştir. Arkadaşlarıyla beraber çıktığı
deniz yolculuklarına “mavi yolculuk” ismini verir. Balıkçı’nın
mavi yolculuğu bugünkü lükslerin hepsinden uzaktır. Denizle baş
başa kalmak ister. Bu yüzden yolculuklarında gazete okumaz, radyo
dinlemez. Yanına sadece su, istanköy peksimeti, peynir, tütün ve
rakı alır. Bu yolculukların eserlerindeki payı büyüktür. Mavi
yolculuklarından sonra bir vazgeçilmezi de ağaç dikmektir.
Bodrum’un ilk palmiyelerini diker. Kendisini Bodrum’un bahçıvanı
olarak tanıttığı yıllarda, ceplerine doldurduğu tohumları köşe
bucak her yere serpiştirir. Bodrum’a âşık olmuştur. Bu aşkını
turist rehberliği yaparak insanlara aktarır. Bodrum’u insanın
bir kere gördükten sonra terk edemeyeceği bir cennet olarak
tanımlar. Hayatının son 25 yılını Bodrum’a adamıştır.
İzmir’de kemik kanseri sebebiyle vefat ettiğinde büyük
ihtimalle Bodrum’u düşünüyordu. Mezarı Bodrum’un Türbe
Tepesi’ne yapılır ve zorunluluklar sebebiyle geldiği Ege’de,
denize bırakılmış bir çiçektir artık…
9 Ocak 2014 Perşembe
İyi ki Doğdun Cemal Süreya; YASA DIŞI BİR ŞAİR
“Her ölüm erken ölümdür” sözlerini kanıtlarcasına, hayata gözlerini kapadı. 9 ocak 1990'daki ölümüyle, usta şairden geriye kalan sadece yaşanacak yıllar değildi elbette. Bugün Cemal Süreya denilince, akla her biri başlı başına bir karakter taşıyan sayısız şiir geliyor. Üvercinka, Beni Öp Sonra Doğur Beni, Gül, Göçebe, Üstü Kalsın, bunlardan sadece birkaçı...
Benim bu yazıyı yazmak istememin bir nedeniyse; "Ama kadınlar, Tanrım, / Öyle sevdim ki onları, / Gelecek sefer / Dünyaya / Kadın olarak gelirsem, / Eşcinsel olurum" diyen şair, Cemal Süreya'nın şiirinde dolaşmak ve bu şiirde, kadının ya da erkeğin konumunu yeniden gözden geçirebilme isteği. Bu ne kadar yapılabilir bilemiyorum ama bildiğim bir şey var; o da Cemal Süreya'nın şiirinde erotizm ile aşkın iç içe geçtiği. Metin Celal'in demesiyle, "cinselliği yok saymayan bir aşktır Üvercinka'nın ana izleği" ki, değil Üvercinka, öteki şiirlerine bakıldığında da, aşk ve erotizm onun şiirinde, iç içe geçmiş, tensel birlikteliğin yanı sıra, bu birliktelik, arka odadan gün yüzüne çıkartılmıştır.
Cemal Süreya'nın şiirlerinde, kendinin ve ötekilerin bireyden yola çıkarak, toplumun ve insanlığın açığa çıkmamış hallerini, buna cinsellik dahil olmak üzere, gözler önüne serdiği, söylenebilir. Bu noktadan bakıldığında, Süreya'nın kendine âşık süsü vermiş değil, kadına âşık bir şair olduğu da düşünülebilir, zaten bunu kendi de, çeşitli yerlerde defalarca söylemiştir. 1931 Erzincan doğumlu olan Cemal Süreya, 61 darbesi, 12 Mart muhtırası, 80 darbesi gibi Türkiye'nin yaşadığı birtakım çalkantıları görmüş, bunu derinlerinde hissetmiş, bu hissediş esnasında, ironik bir dille yaşadığı süreci anlatmış, o süreçle adeta içselleşmiştir. Cemal Süreya, daha çok, cinselliğin tabu olarak görüldüğü, yaşadığı toplumu, o toplumun içinde gördüklerini şiirine resmetmiştir. Fakat kendinden önce yazanlardan ayrılan bir tarafı vardır. O, erotizmi kapalı kapılar ardından, gün ışığına çıkarmıştır. Erotik birtakım ayrımları gösteren ilk kuşak, Servet-i Fünuncu'lar olmasına karşın, kadın ve erkeğin cinsel arzularını, yasak ilişkileri, yatağı, cinselliği gösterenler de İkinci Yeni'ciler olmuşlardır. Bir anlamda, erkekle kadın İkinci Yeni ile şiirde aynı yatağı paylaşmışlardır. Zaten Cemal Süreya da kendi şiirini "erotik bir şiirdir benimki" diye tanımlar. Yazdıkları ile sınır tanımazlığını gösterir.
"Ülke" adlı şiirinden alıntıladığım şu dizeler, onun ne kadar uç noktalarda gezindiğini, bize net bir şekilde gösterir: "Yalnız aşkı vardır aşkı olanın / Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan / Sen yüzüne sürgün olduğum kadın / Kardeşim olan gözlerini unutmadım / Çocuğum olan alnını sevgilim olan ağzını / Dostum olan ellerini unutmadım / Karım olan karnını ve önlerini / Orospum olan yanlarını..." ki, her ne kadar, biz kadınlara aşağılayıcı bir ifade gibi gelse de, burada kullanılan "orospu" sözcüğü, birtakım dogmaların yıkılması anlamında bakıldığında, bizlere önemli gözükecek, yukarıda söylediklerimi de destekleyecektir. Dahası mahremiyetin ortadan kaldırılması anlamında bu önemlidir. Bunun yanı sıra, onun şiirinde "çapkınlık bir erkek etkinliği olarak" anlatılsa bile, erkek gibi kadın da istek ve arzularını söylerler. Bu kimi kez gizli yapılan bir şey olsa dahi. Çünkü aşk vardır ve kural tanımaz, kadın ve erkek de birbirleri için vardırlar. Çoğunluk herkesin çapkın ve birbirini ayarttığı bu şiirlerde, kadın da kimi kez, cesurca bu etkinliğe katılan durumundadır. "Başka evlerde karşılaştık / iliğinden öptüm seni" derkenki durumda kadın da, bu öpülmeye karşı koymamış, ilgi duyduğu erkeğe izin vermiştir. Bunun yanı sıra, her ne kadar bazı araştırmacılar, tek eşle evliliği savunsalar bile, çok eşliliğin de, yaygın bir düşünce olarak varlığını sürdürdüğü gözlemlenmektedir. Sadece belki, değişen adlardır, aşk ve aşkın yasadışlığı hiç bitmez. Aşk öyle bir şeydir ki, eve hırsız yerine polis girer, o evlenmeyi hiç düşünmez: "Hain bir aşk bu, / Sizin eve hırsız girer / Onunkine polis. / Yasadışı bir aşk, / Evlenmeyi / Hiç mi hiç düşünmüyor." Kışkırtan kadın, erkek, yasadışlılık, işte hep bunlardır ya da bu ince ayrımdır, onun şiirini okudukça göze çarpan. Ama bu, hep birlikte yapılan bir etkinliktir çoğunluk.
Yukarıda söylediklerime devamla, okuyanda çeşitli çağrışımlar uyandıran dizelerde, tüm olağanüstülüğü ile şairin şiirinde yer alırlar. Sevgiliyle ya da eşle yatılır ve bu etkinliğin hiç çekinmeden anlatıldığı da, daha önce rastlanmamış bir şekilde, gözler önüne serildiği gözlemlenir. Çünkü tüm bunlar, insana has duygulardır, şiir yolu ile ifade edilmesi gerekiyorsa edilmelidir de.
O kimi kez, kadınların söylemeye çekindikleri ama gizliden yaptıkları şeyleri ya da şöyle diyeyim, çapkınlıkları da söylemeden edemez. Bu anlamda bakıldığında, karşımıza çapkın bir kadın görüntüsü de çıkar. Bu nedenle ona bu söylemlerinden dolayı, yasa dışı bir şairdir de diyebiliriz. O, yazdıkları ile kendini yasa dışı kılmış, kendinden sonrakilere, başka bir dünyanın kapılarını aralamıştır.
Benim bu yazıyı yazmak istememin bir nedeniyse; "Ama kadınlar, Tanrım, / Öyle sevdim ki onları, / Gelecek sefer / Dünyaya / Kadın olarak gelirsem, / Eşcinsel olurum" diyen şair, Cemal Süreya'nın şiirinde dolaşmak ve bu şiirde, kadının ya da erkeğin konumunu yeniden gözden geçirebilme isteği. Bu ne kadar yapılabilir bilemiyorum ama bildiğim bir şey var; o da Cemal Süreya'nın şiirinde erotizm ile aşkın iç içe geçtiği. Metin Celal'in demesiyle, "cinselliği yok saymayan bir aşktır Üvercinka'nın ana izleği" ki, değil Üvercinka, öteki şiirlerine bakıldığında da, aşk ve erotizm onun şiirinde, iç içe geçmiş, tensel birlikteliğin yanı sıra, bu birliktelik, arka odadan gün yüzüne çıkartılmıştır.
Cemal Süreya'nın şiirlerinde, kendinin ve ötekilerin bireyden yola çıkarak, toplumun ve insanlığın açığa çıkmamış hallerini, buna cinsellik dahil olmak üzere, gözler önüne serdiği, söylenebilir. Bu noktadan bakıldığında, Süreya'nın kendine âşık süsü vermiş değil, kadına âşık bir şair olduğu da düşünülebilir, zaten bunu kendi de, çeşitli yerlerde defalarca söylemiştir. 1931 Erzincan doğumlu olan Cemal Süreya, 61 darbesi, 12 Mart muhtırası, 80 darbesi gibi Türkiye'nin yaşadığı birtakım çalkantıları görmüş, bunu derinlerinde hissetmiş, bu hissediş esnasında, ironik bir dille yaşadığı süreci anlatmış, o süreçle adeta içselleşmiştir. Cemal Süreya, daha çok, cinselliğin tabu olarak görüldüğü, yaşadığı toplumu, o toplumun içinde gördüklerini şiirine resmetmiştir. Fakat kendinden önce yazanlardan ayrılan bir tarafı vardır. O, erotizmi kapalı kapılar ardından, gün ışığına çıkarmıştır. Erotik birtakım ayrımları gösteren ilk kuşak, Servet-i Fünuncu'lar olmasına karşın, kadın ve erkeğin cinsel arzularını, yasak ilişkileri, yatağı, cinselliği gösterenler de İkinci Yeni'ciler olmuşlardır. Bir anlamda, erkekle kadın İkinci Yeni ile şiirde aynı yatağı paylaşmışlardır. Zaten Cemal Süreya da kendi şiirini "erotik bir şiirdir benimki" diye tanımlar. Yazdıkları ile sınır tanımazlığını gösterir.
"Ülke" adlı şiirinden alıntıladığım şu dizeler, onun ne kadar uç noktalarda gezindiğini, bize net bir şekilde gösterir: "Yalnız aşkı vardır aşkı olanın / Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan / Sen yüzüne sürgün olduğum kadın / Kardeşim olan gözlerini unutmadım / Çocuğum olan alnını sevgilim olan ağzını / Dostum olan ellerini unutmadım / Karım olan karnını ve önlerini / Orospum olan yanlarını..." ki, her ne kadar, biz kadınlara aşağılayıcı bir ifade gibi gelse de, burada kullanılan "orospu" sözcüğü, birtakım dogmaların yıkılması anlamında bakıldığında, bizlere önemli gözükecek, yukarıda söylediklerimi de destekleyecektir. Dahası mahremiyetin ortadan kaldırılması anlamında bu önemlidir. Bunun yanı sıra, onun şiirinde "çapkınlık bir erkek etkinliği olarak" anlatılsa bile, erkek gibi kadın da istek ve arzularını söylerler. Bu kimi kez gizli yapılan bir şey olsa dahi. Çünkü aşk vardır ve kural tanımaz, kadın ve erkek de birbirleri için vardırlar. Çoğunluk herkesin çapkın ve birbirini ayarttığı bu şiirlerde, kadın da kimi kez, cesurca bu etkinliğe katılan durumundadır. "Başka evlerde karşılaştık / iliğinden öptüm seni" derkenki durumda kadın da, bu öpülmeye karşı koymamış, ilgi duyduğu erkeğe izin vermiştir. Bunun yanı sıra, her ne kadar bazı araştırmacılar, tek eşle evliliği savunsalar bile, çok eşliliğin de, yaygın bir düşünce olarak varlığını sürdürdüğü gözlemlenmektedir. Sadece belki, değişen adlardır, aşk ve aşkın yasadışlığı hiç bitmez. Aşk öyle bir şeydir ki, eve hırsız yerine polis girer, o evlenmeyi hiç düşünmez: "Hain bir aşk bu, / Sizin eve hırsız girer / Onunkine polis. / Yasadışı bir aşk, / Evlenmeyi / Hiç mi hiç düşünmüyor." Kışkırtan kadın, erkek, yasadışlılık, işte hep bunlardır ya da bu ince ayrımdır, onun şiirini okudukça göze çarpan. Ama bu, hep birlikte yapılan bir etkinliktir çoğunluk.
Yukarıda söylediklerime devamla, okuyanda çeşitli çağrışımlar uyandıran dizelerde, tüm olağanüstülüğü ile şairin şiirinde yer alırlar. Sevgiliyle ya da eşle yatılır ve bu etkinliğin hiç çekinmeden anlatıldığı da, daha önce rastlanmamış bir şekilde, gözler önüne serildiği gözlemlenir. Çünkü tüm bunlar, insana has duygulardır, şiir yolu ile ifade edilmesi gerekiyorsa edilmelidir de.
O kimi kez, kadınların söylemeye çekindikleri ama gizliden yaptıkları şeyleri ya da şöyle diyeyim, çapkınlıkları da söylemeden edemez. Bu anlamda bakıldığında, karşımıza çapkın bir kadın görüntüsü de çıkar. Bu nedenle ona bu söylemlerinden dolayı, yasa dışı bir şairdir de diyebiliriz. O, yazdıkları ile kendini yasa dışı kılmış, kendinden sonrakilere, başka bir dünyanın kapılarını aralamıştır.
Sezen Aksu'nun güzel sesiyle bir Cemal Süreya şiiri; Sayım
bu hayattan bazı şeyler öğrendim...
Uzanıyordum. Üstümü örtecek kimse yoktu. Üşüyordum. Saçmalıklar üzerime yapışmış silkelenmişim ama gitmemişler.
Beklemek sıkıcı. Yalnızlık böyle bir şey ararsın ama saçlarına dokunan kimse olmaz. Gitmek istersin ama zaten gitsen de değişen bir şey yoktur.
Kaçtığın bazen insanlar mı kendin misin aradaki ince çizgiyi çözemezsin.
hayatta öğrendiklerini gözden geçirirsin...
ben bu gece öyle yaptım işte;
bir makama gelip adam olduğunu zannedenlere yüksek sesle "hassiktir" denmesi gerektiğini,
yoksa o koltutaki zerzevatın kendini nimetten sanarak hıyarlığına bakmadan adamlık dersi vermesini izlemek zorunda kalındığını...
adam ya da kadın farketmez biri yardım istediğinde işini halettirene kadar kıçından ayrılmaıp sonrasında bir teşekkür etmeyi bile çokgördüğünü...
karın yada sevgilin bile olsa yaptığın fedakarlıkların değil de yaptığın dallamalıkların çetelesinin tutulduğunu....
kimseye gereğinden fazla değer vermemek gerektiğini, sonuçta yatağa uzunıp gözlerini karanlık tavana diktiğinde, en çok onların canını yaktığını...
intikam, her ne kadar kötüdür deseler de unutmamanın lazım olduğunu. gerektiğinde can yakmanın elzem olduğunu...
uzar...
Beklemek sıkıcı. Yalnızlık böyle bir şey ararsın ama saçlarına dokunan kimse olmaz. Gitmek istersin ama zaten gitsen de değişen bir şey yoktur.
Kaçtığın bazen insanlar mı kendin misin aradaki ince çizgiyi çözemezsin.
hayatta öğrendiklerini gözden geçirirsin...
ben bu gece öyle yaptım işte;
bir makama gelip adam olduğunu zannedenlere yüksek sesle "hassiktir" denmesi gerektiğini,
yoksa o koltutaki zerzevatın kendini nimetten sanarak hıyarlığına bakmadan adamlık dersi vermesini izlemek zorunda kalındığını...
adam ya da kadın farketmez biri yardım istediğinde işini halettirene kadar kıçından ayrılmaıp sonrasında bir teşekkür etmeyi bile çokgördüğünü...
karın yada sevgilin bile olsa yaptığın fedakarlıkların değil de yaptığın dallamalıkların çetelesinin tutulduğunu....
kimseye gereğinden fazla değer vermemek gerektiğini, sonuçta yatağa uzunıp gözlerini karanlık tavana diktiğinde, en çok onların canını yaktığını...
intikam, her ne kadar kötüdür deseler de unutmamanın lazım olduğunu. gerektiğinde can yakmanın elzem olduğunu...
uzar...
8 Ocak 2014 Çarşamba
Bir kez sekti, iki kez, üç...
Beni düşündüren pek çok şey var. Kalabalık. Beni düşündüren çok fazla kalabalık. Ama sokağa çıktığınızda kimse sizden farklı değil. Aynı sokakta yürüyoruz, aynı havayı soluyoruz, üşümemek için giyiniyoruz, sevişmek için soyunuyoruz, hepimiz su içiyoruz. Sonra yolları bir yerden bir yere gitmek için kullanıyoruz. Durduğumuz yer farklı mekanlar da olsa aslında aynı.
Yine de izi birbirimizden ayıran hislerimiz. Ne hissettiğimiz değil ''ne kadar yoğun hissettiğimiz''dir... Taş atmak. Bir dereye, göle, denize ve okyanusa. Bir kez sekti, iki kez, üç... Kuru bir yaprağa ayna muamelesi yapmak, eski bir kitaba yatak, bir fincana hafıza muamelesi yapabilmek. Hangi aşkın ardından ihanete, melankoliye, hüzne, acıya, kırgınlığa, küskünlüğe, şiire, şiirlere, şarkılara o çılgın ve ağır şarkılara boğulursak boğulalım durduğumuz yer, soluduğumuz hava, içtiğimiz su farklıymış gibi hissettiriyor. Yanılıyor olabilirim. Bunları yazıyorken aslında kendimi yüksekten bırakıp çığlıklar atıyor olabilirim.
Sonra biri geldi, kollarımız arasında öldük. Sakinliğin gizini ve düğümünü çözdüm ben. Bunun için adam olmaya, kadın olmaya ya da bilip bilmeden sevmeye de gerek yok. Birini yeterince içeriye alıp ellerini sımsıkı tuttuğunuzda gök aynaya taş atmaya başlarsınız... Bir kez sekti, iki kez, üç...
Kalbimde lüzumundan fazla sakinlik var.
Yine de izi birbirimizden ayıran hislerimiz. Ne hissettiğimiz değil ''ne kadar yoğun hissettiğimiz''dir... Taş atmak. Bir dereye, göle, denize ve okyanusa. Bir kez sekti, iki kez, üç... Kuru bir yaprağa ayna muamelesi yapmak, eski bir kitaba yatak, bir fincana hafıza muamelesi yapabilmek. Hangi aşkın ardından ihanete, melankoliye, hüzne, acıya, kırgınlığa, küskünlüğe, şiire, şiirlere, şarkılara o çılgın ve ağır şarkılara boğulursak boğulalım durduğumuz yer, soluduğumuz hava, içtiğimiz su farklıymış gibi hissettiriyor. Yanılıyor olabilirim. Bunları yazıyorken aslında kendimi yüksekten bırakıp çığlıklar atıyor olabilirim.
Sonra biri geldi, kollarımız arasında öldük. Sakinliğin gizini ve düğümünü çözdüm ben. Bunun için adam olmaya, kadın olmaya ya da bilip bilmeden sevmeye de gerek yok. Birini yeterince içeriye alıp ellerini sımsıkı tuttuğunuzda gök aynaya taş atmaya başlarsınız... Bir kez sekti, iki kez, üç...
Kalbimde lüzumundan fazla sakinlik var.
7 Ocak 2014 Salı
"ölmeden önce herkes bekleme anları için pişman"
Bir süre alıp başımı uzaklara gitsem, şu şehirden, şu garip ülkeden uzaklaşsam; kendime bir okuma yurdu bulsam. Televizyon izlemesem, gazete okumasam, medyadan uzak dursam, yalnızca okusam, okusam. Hatta yazı da yazmasam...
Siddhattha Gotama'nın, Buddha olma sürecinde farkına vardığı 4 asıl gerçek hatırlamak ve tekrardan okumak gerekti;
Bu düşünceler geçerken aklımdan sevgili dostum Merve "ölmeden önce herkes bekleme anları için pişman" diye bir cümle kurdu. Kafamda döndü durdu... Gitmek bekleme süresini uzatmak. Her neyse, aslında gitmek bir şeyi değiştirmeyecek. bunun acı gerçeğini de Can Yücel kendine has üslubuyla harika anlatır;
"Bu günlerde herkes gitmek istiyor / Küçük bir sahil kasabasına / Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara… / Hayatından memnun olan yok. / Kiminle konuşsam aynı sey… / Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği. / Öyle “yanına almak istedigi üç şey” falan yok. / Bir kendisi / Bu yeter zaten. / Herşeyi, herkesi götürdün demektir.. / Keşke kendini bırakıp gidebilse insan. / Ama olmuyor. / Hani kendimizden razıyız diyelim, öteki de olmuyor. / Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor. / Böyle gidiyoruz işte. / Bir yanımız “kalk gidelim”, / öbür yanımız “otur” diyor. / “Otur” diyen kazanıyor. / O yan kalabalık zira… / İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile, / Güvende olma dugusu… / En kötüsü alışkanlık / Alışkanlığın verdiği rahatlık, / Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor. / Kalıyoruz… / Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz. / Evlenmeler… / Bir çocuk daha doğurmalar… / Borçlara girmeler… / İşi büyütmeler… / Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor. / Misal ben… / Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum. / Değil bu şehirden gitmek, / İki sokak öteye taşınamıyorum. / Alıp götürsem gelmez ki… / Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında / Herkes onu o herkesi seviyor. / Hangi birimizle gitsin? / “Sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır; / Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin / Kendi imalatımız küfeler. / Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada. / Ölüm var zira. / Ölüme inat tutunmak lazım. / Bari ufak kaçışlar yapabilsek. / Var tabi yapanlar, ama az / Sadece kaymak tabakası / Hepimiz kaçabilsek… / Bütçe, zaman, keyif… Denk olsa. / Gün içinde mesela… / Küçücük gitmeler yapabilsek. / Ne mümkün / Sabah 9, aksam 18 / Sonra başka mecburiyetler / Sıkışıp kaldık. / Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli / Bu kadar ağır olmamalı. / Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz. / Bir ömür karşılığı, bir ömür yani. / Ne saçma… / Bahar mıdır bizi bu hale getiren? / Galiba. / Ben her bahar aşık olmam ama / Her bahar gitmek isterim. / Gittiğim olmadı hiç. / Ama olsun… istemek de güzel"
Bu süreçte Can Babanın üzerine
Siddhattha Gotama'nın, Buddha olma sürecinde farkına vardığı 4 asıl gerçek hatırlamak ve tekrardan okumak gerekti;
2- Acıların kaynağı arzularımızdır.
3- Acı çekmek yalnızca arzuların bertaraf edilmesiyle sona erdirilebilir.
4- "8 aşamalı asil yol" arzuyu bertaraf edebilir..
Gerçekten bazen insan,hayatın acı çektirdiğini düşünüyor. Acıların kaynağı da bitmeyen istek ve hayallerimiz..Bunlar olmadan da hayatın anlamı yok aslında..
8 aşamalı asil yol dedikleri;
Doğru görüş ; İyi Niyet ; Doğru Söz ; Doğru Eylem ; Namuslu Kazanç ; Doğru Çaba ; Doğru Dikkat ; Doğru Konsantrasyon
Gitmekte asıl yolculuk kendi içimize olduğunda hayatın algılanması da görüntüsü de değişiyor. Budha'dan Can Baba'ya kadar...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)