28 Ocak 2014 Salı

Plak? Neden sevilir?


Sürekli gelişen dijital müzik sektörüne rağmen son yıllarda plak satışlarında ciddi bir artış yaşanıyor. Elbette henüz o görkemli yıllarındaki seviyede olmasa bile bu sevindirici bir olay. Bu durum her sene satılan plak miktarında bir artışı beraberinde getiriyor. “Peki neden plak?” diye sorusuna, içinizden “Issız Adam’a öykünmek” veya “hava atmak” gibi yanıtlar veriyorsanız lütfen yazıyı burada bırakın. Başka bir sayfada daha ilginizi çekecek yazılar mevcuttur eminim ki… Bense 10 maddede bu durumu özetlemeye çalışayım.

- Müziğin sıkıştırılmaması:
Müziği plaktan dinlemek keyif verici bir yoldur. Sesler net ve doyurucudur. Genellikle aldığınız bir albümü plak formatında baştan sona sıkılmadan dinlersiniz. Özellikle yıllardır aradığınız ve sonunda bulduğunuz bir plağın dinlenmesi törensel bir ritüele dönüşür. Kısaca nokta atışı yapılır.

- Kendinize özgü bir müzik dünyası yaratmak
Plak sayesinde odanızı bir müzik dükkanına dönüştürebilirsiniz. Tamamen kendi zevkinize göre sıraladığınız plaklar çok hoş bir görsel oluşturur. Plak çalarınız tamamen sizin tercihinize kalır. Ya eski klasik bir model ya da modern yeni bir cihaz. Renkli plaklar ve değişik plak kapakları insanda bir sanat eseri hissiyatı yaratır.

- Sadece size özel olması ve fiyat değişkenliği
Hiçbir zaman bir plağın tek bir fiyatı yoktur. Aynı plağı çok değişik fiyatlara bulabilirsiniz. Çok pahalı olduğu kadar, çok ucuza da plak bulmak mümkündür. Bu yüzden plaklar araştırmayı seven insanlar için biçilmez kaftandır. Plaklar sadece size özel, bir baskı numarası olan orijinal eserlerdir

- Plak dükkanları ve internet
Plak dükkanları içinde kaybolabileceğiniz bir hazinedir. Plak satın alınarak sevdiğiniz bağımsız müzik şirketlerine destek olabilirsiniz. Bu sayede gerçekten paranızı araya çok fazla simsar sokmadan istediğiniz sanatçıya harcamış olursunuz. Özellikle internet üzerinden bu tür alışveriş yapma seçeneğiniz çok fazla. Plakların el değiştirmesi kendine özgü bir ikinci el pazarı yaratmıştır. Kendi kuralları olan, sadece plak seven insanların yaşadığı bir dünya.

- Plak sosyalleşmesi
Plak severlerin belli mekanlarda toplanarak alış veriş ya da değiş tokuş yaptığı organizasyonlar son yıllarda hızla artıyor. Bu sayede birçok insanla tanışmak mümkündür.

- 45’lik seçeneği
45′lik plaklar yer olarak az yer kapsar. Az ve öz yapısıyla nokta atışı gibidir. Özellikle ülkemizde bolca eski döneme ait 45′lik plak bulmak mümkündür.

- Yeni albümlerin plak formatında basılması
Son yıllarda basılan önemli albümler artık plak formatında da basılıyor. Ayrıca hediye olarak verilen çeşitli poster ve görseller tatmin katsayısını yükseltiyor.

- Plak kuralları
Plak seveler arasında çeşitli gizli ritüeller vardır. Örneğin ayın belli dönemlerinde plaklar tek tek bulundukları yerden çıkarılarak temizlenir. Plaklar gerçekten bir arkadaş gibidir. Ruh haline göre seni dinler ve bir yol gösterir. Bu nedenle bir arkadaşınızın evinden plak aşırmak birinci derece savaş nedenidir.

- Evrensellik
Plak tüm dünyada tek dili olan müziğin modası geçmeyen en eski formudur. Gittiğiniz her şehirde plakların peşinden koşan insanlara rastlarsınız. Bu noktada karşımıza anahtar bir kelime çıkıyor. “Dokunmak” Evet plaklar sayesinde müziğe dokunabilirsiniz.


- Zahmet!
Aslına bakarsanız plak zahmetli bir iştir. Plakları taşımak zordur, dinlemek için teknik gereçlere ihtiyaç vardır, müziği yanında taşımak imkansızdır, tozlanır, iyi bakmaksan küflenir çizilir vs. Ama bir plak sever için bütün bu zahmetler ayrıntıdan ibarettir.


25 Ocak 2014 Cumartesi

gitsek...

her bahar geldiğinde (bahar mı geldi demeyin lütfen hava sıcaklığı 20 derece ve güneşli günler yalancı da olsa baharı hissettirir) bende bir kaç günlüğüne kafa dinleme isteği hasıl olur. bundan tam 10 yıl önce, sadece 1 kez ve tam da bu zamanlar kaçtım ben. bir okuldan mezun olup, diğerine başlamak üzere olduğum bir dönemdi. o dönem turgutreis'te yaşayan, üniversiteden yakın bir arkadaşımı aradım, "geliyorum ben " dedim. turgutreis ıssız, arkadaşım gündüzleri çalışıyor, evde bir tek ben ve arkadaşımın köpeği. dışarı çıkıyorum hava tertemiz. ahşap iskeleye gidiyorum arkadaşımın köpeğini de alıp. o denizde oynarken, ben kitabım ellerimde, ayaklarımı pırıl pırıl suya sallandırıyorum. sadece vücudum değil, ruhum serinliyor. akşam güzel bir sofra kuruyoruz, tokuşturuyoruz kadehleri, aramızda konuşacak çok şey, paylaşılacak çok huzur...

şimdi yine gitmek istiyorum. bu kez kızlarım var, onları da almak istiyorum yanıma. sadece 3-4 gün. fazlasına gerek yok. güneşin tadını çıkarsak birlikte, deniz kirlenmeden birlikte yüzsek, yürüsek boş boş sokaklarda, bodrum papatyalarının arasına yatırıp yüzlerce fotoğrafını çeksem, mandalinalı dondurma yesek...

belki bu yaz...

bu hislerin üzerine de frank sinatra ne güzel gider....
"fill my life with song and let me sing forevermore,  you are all I hope for all I worship and adore..."

24 Ocak 2014 Cuma

zihinleri açmak...

Uzun zamandır biz ne yaptık ya da yapmaya çalıştık üzerine düşünüyorum. sonrasında gezi öncesi ya da takipli süreçte okuduğum kitapları daha farklı bir hal ile değerlendirdim. bunda tabii j. berger'in görme biçimleri kitabının başlangıcı aydınlatması açısından büyük önemi vardı. bu önereceğim kğtapların hiçbiri doğrudan Gezi’yle ilgili değil ama olup biteni anlamaya, analiz etmeye kararlı okura çok şey söylüyorlar.

“orantısız zeka”yla sürdürülen ve bu anlamda bize, bütün dünyaya ilk kez karşılaştığımız bir şeyi gösteren Gezi gençliğinin kültürel silahları arasında şimdi artık çoktan darmadağın olan Gezi Parkı Kütüphanesi de vardı şüphesiz. bir gün baktık ki sadece gezi tayfası değil, polisler de kitap okumaya başlamış… Herkesin sakince kitap okuyabileceği bir ortamda olup olmadığımızı bilmiyorum doğrusu, ayrıca polislerin elinde duran “Beynine Format At” tarzı kişisel gelişim kitaplarının kimi hangi yönde geliştireceğini pek kestiremedim doğrusu. Yine de kitap okuyan şehir halkı görüntüleri çok hoşuma gitti.
Şöyle de söyleyebilirim: Bunlar, beyinlere format atmak için değil, zihinleri açmak için okunacak kitaplar…

Gezi’deki direniş eylemi sonradan başka yollara saptı ama başlangıçta bir sivil itatsizlik örneğiydi. O halde bu terim üzerine biraz düşünmek gerek… Sivil itaatsizlik, haksızlıklara karşı tüm yasal yolların tükendiği noktada kamu vicdanına çağrıyı amaçlayan bir eylem türü. Düşünen, kendisiyle barışık yaşamak isteyenlerin daha vahim toplumsal felaketlerin önüne geçmek için başvurabildikleri bir çare. Bireyin parti, grup ve çevre çıkarlarından bağımsız olarak, kendisiyle vicdani hesaplaşmasının sonunda kalkıştığı demokratik bir isyan türü. İlk kez Amerikalı felsefeci ve şair Henry David Thoreau’nun 1849′da hükümete karşı kaleme aldığı bir metinde kullandığı terim, daha sonra da insanlık tarihini hep en kritik noktalarda yönlendirdi, tarihin seyrini değiştirdi ve yasaya karşı ama sonradan aklanmış bir eylem biçiminin adı oldu. Gandhi ve Martin Luther King sivil itaatsizlik kampanyalarıyla yön verdi tarihe. Kadınlar haklarını, siyahlar eşitliklerini sivil itaatsizlikle aradılar.

Direnmenin Estetiği, Peter Weiss
Gündelik Hayatın Eleştirisi I, Henri Lefebvre
Gündelik Hayatın Eleştirisi II, Henri Lefebvre
Protestodan Direnişe, Ulrike Meinhof
Kral, John Berger
Ahlaki Protesto Sanatı, James M. Jasper






23 Ocak 2014 Perşembe

yazmak gürültü yapmanın başka bir yolu

dudaklarımı geceye yapıştırıp, hikayelerin gerçek, hakikatlerin masal olduğu saatlerde yazarım genelde. havanın kararıp, rakının beyazlaştığı vakitlerde yine yazarım.
yaklaşmanın aslında uzaklaşmanın bir oyunu olduğunu anladığımda yazamam. biliyorum denedim yazmayı öyle zamanlarda. zorladım hatta kendimi... bakmaktan bahsederim, tanımadığım sana bakmaktan ve yine sonra yere düşen beyazlığı göremiyorum derim.
 okuduğum şiirleri başka kimlerin okuduğunu merak ederim ama öğrenmek istemem. aşık olursam ona diye korkarım... benim gördüğümü görmezse diye de korkarım... onun gördüğünü görmüyorsam diye de korkarım...
  sonra yine de merak ederim, başka kimlerin okuduğunu. sevdiklerim okusun isterim. korkumla beraber yüzleşecek omuzdaşlar edinirim belki...
kim okur?
tanrı şiir okur mu?
bir ihtimal deyip gülerim… derin bir keşke derim...

22 Ocak 2014 Çarşamba

evin tanrısı

Şems her zamanki gibi kapısı açıldığında mutfağa giriyor, masanın arkasına kaçıyor. Çekmeceden bir naylon torba alıp ses çıkarıyorum. Hemen masanın arkasından çıkıyor, alıp mutfaktan dışarı atıyorum. Her seferinde bu numaraya kanmasına inanamıyorum. Şems'in mutfağa girmesi yasak, çünkü yerleri düzenli olarak ilaçlıyorum bu aralar. Mutfak kapısının bir tarafında hayvanlar ölüyor, diğer tarafında ise bir başka hayvan pahalı mamalarla besleniyor. Evde kimin yaşayıp, kimin öleceğinin kararını ben veriyorum, bir bakıma bu evin tanrısıyım diye hissediyorum...

Kedi Şems'i el üstünde tutarken böcekleri öldürmenin mantığını arıyorum, sonuçta şems aslında yemeklerime böcekten daha çok giriyor, gelip zaman zaman elimi ısırıyor, gece uykumu bölüyor. Öte yandan kedimin huylarını biliyorum, gelip bana sokuluyor uykudan kalkınca, annesiymişim gibi davranıyor, böyle yaptığı zamanlar daha az yalnız hissediyorum kendimi. Böceklerin huylarını bilmiyorum, onları takip edemeyeceğim kadar küçükler. Onları tanımadığım gibi kendimi daha az yalnız hissetmeme de neden olmuyorlar. Onları tanımadığım halde kendimde onları öldürme hakkını yine de bulabiliyorum, bu kararımı çoğu kez kendime bile sorgulatmıyorum. Sorguladığım zamanlar bulabildiğim tek bahane böceklerin, örneğin kedilerden, çok daha hızlı üremesi. Onları öldürmezsem tüm evi kaplayabilirler. Aslında Şems de üremek istiyor. Ancak geçen yaz kısırlaştırdık. Bunu

onun iyiliği için yaptım. Yalnızca evin tanrısı olmakla kalmıyorum, aynı zamanda evde yaşamasına izin verdiklerimin iyiliğini de düşünüyorum. Kedim yanımda kendini kaybetmişçesine bir parça kağıtla oynuyor, bense güzel bir kadının yanımda olduğunu düşlüyorum. Evin içi çok sıcak, o yüzden fazla bir şey giymeye gerek duymamış, başımı çıplak göğsünün altına koyuyorum, kokusunu içime çekiyorum.

Yalnızca bu evin düşünceli tanrısı değilim, hayalgücüm de geniş. Ama o aslında burada değil, belki de hiç olmayacak, kaloriferlerin ayarını bu kadar sıcağa getirmeye de gerek yok belki. Ben bu evin düşünceli ve hayalci tanrısıyım ama gücüm onun hayalini gerçeğe çevirmeye yetmiyor. Belki de tanrıların yalnız olması gerekiyor, bu yüzden yapamıyorum. Evet, mutlaka nedeni bu olmalı. Kedinin yaşamasına izin vermemin ve böcekleri öldürmemin nedeni de bu olmalı. Şems, kağıtla oynarken kendini kaybediyor, etrafındaki herkesin varlığını aklından siliyor, koca evrende yapayalnız, yalnızca bir parça kağıdı patisine takıyor. Böcekler ise çoklar, her gün mutfağımda beraberce dolaşıyor, keşif yapıyor, dökülen saçılan varsa onlardan besleniyorlar. Hep çoklar, hep bir aradalar  Sanırım onları öldürmemin gerçek nedeni bu. Benim kadar yalnız olmayan hiçbir şeyin etrafımda olmasından hoşlanmıyorum. Ben onları öldürmezsem, onlar beni öldürüyorlar.


21 Ocak 2014 Salı

Allofilya ve Puslu Kıtalar Atlası'na başka bir bakış...

Geri kalmış diyarların zihinsel gelişim süreci falsulye bitkisiyle benzeş olan memleket hallerinden biridir terminolojik tabiriyle "Allofilya" ya da Türkçe mealiyle "Yabancı Kültür Hayranlığı". Bu zavallı fasulyecikler, kültürel farkındalıklarını ve ukalalıklarını dile getirebilmek için yerli eserleri küçümser bir havada görünerek, "ah efendim be de onu hiç bilmem. çok banal geliyor. zaten genelde yabancı kitap/film/müzik, okuyor/izliyor/dilliyorum..." derler. 
Sorduğunuzda kıstaslayabilecek eserler hakkındaki bilgileri de anca buzdolabınızın sebzeliğindeki taze fasulye seviyesidir. Peki nedir bu hayranlık durumu öyle ise. Elluard iyi yazar da Turgut Uyar az mı ondan? Nazım'dan neleri okudun ya da Sebahattin Ali'den? Mehmet Akif'ten İstiklal Marşı dışında bir şey okudun mu? Safahat'ı hiç okudun mu gerçekten? Peyami Safa'nın Cingöz Recaisi'ni bilmiyorsan sen nasıl Agatha Christie okursun ki? Münir Nurettin'den ya da Timur Selçuk'tan Beni Kör Kuyular'da Merdivensiz Bıraktın'ı dinledin de mi masandaki içki kadehine fon olsun diye Tom Waits açıyorsun? (ki burada Tom Waits bendenizin en sevdiği şarkıcılardan biri olup, lafı kimseye sokmamak babında kendimden yola çıktım). Al Pachino dehşet oyuncudur da, Münir Özkul az mıdır? Şartlar tam tersi olsa kim kimin yerinde olurdu? boşverin de bir Adile Naşit kahkahası var mı Hollywood'dan Bollywood'a?

Şayet bir dili ana dilinden okuyamıyorsanız, dinleyemiyorsanız ya da izleyemiyorsanız; hayranlığınız sadece çevirmenin vijdan - cüzdan - bilgi üçgenine verdiği sıralamasına kadardır. Bu memleket Shakespeare'yi katledenler, hatta mezarında taklalar attıran kifayetsiz çevirmenler de gördü. Ya da aylak kaldığından oturup Sarah Kane çeviren, Salinger'den Shakespeare'e kadar işler yapan dehşet yaratıcı kalemler de... Bir de kendi deyimiyle İngilizce'den Canca'ya çeviren Can Yücel'e de bir selam sarkıtmak farzdır.
Velhasıl kelam söze neden burada başladım? Sevgili arkadaşım Özlem ile kitap sanat vesaire sohbetleri arasında konusu açılan bir İhsan Oktay Anar ve eserlerinden yola çıktım. Tolkien'den bahsederken fantastik edebiyatta gözümüzün önünde es geçtiğimiz, fasulyesel beğenimizle burun kıvırdığımız kitaplarından bahsetmeden olmayacaktı ki, Puslu Kıtalar Atlası’nın büyüsüne kapılan naçizane okurlardan biri de bendim. İlk çıktığı yıllarda okumuş olan şanslılardan biriyim bu kitabı. sonrasında da 3 - 4 defa daha okudum.
ilk basımınıdan (1995) geçen 19 yılın ardından geç midir, değil midir bilemeyeceğim fakat bir şeyler karalama niyeti içerisindeyim.
Kitap sizi öyle bir dünya içerisine sokuyor ki; hayat kadar gerçek, masal kadar hayali bir mevzuatın içerisinde vuku buluyorsunuz.
İhsan Oktay Anar her yazdığı romanı öncesinde yaptığı geniş araştırmalarıyla meşhur bir yazar. Bundan sebep kitaplarında, seçtiği konu üslubunca kelimelerden bazılarının anlaşılması namümkün.
Meraklıları şüphesiz kelimelerin anlamlarını birer birer sözlük karıştırıp buluyorlardır diye düşünüyorum. Buna binaen Anar seçtiği kelimeleri cümle ve konu içerisinde öyle kullanıyor ki, kelime anlamını bilmeseniz de olaya hakim olabiliyor, kelimenin anlamını bilincinizde şekillendirebiliyorsunuz.
Kolaycılığa kaçan okurlar için Puslu Kıtalar Atlasının konusunu burada yazmak istemiyorum, çünkü internette araştırdığınızda bir ton özet zaten görebilirsiniz.
Bence İhsan Oktay Anar şüphesiz post-modern Türk romanının en önemli yapı taşlarından biri. Bir Türk’ün, hayal gücünü yoğurup, kelimelere dans ettirmesiyle ortaya çıkan bir eserin tanıtımı bu. İşte sözün kilitlendiği yere geldik. Neden mi? Çünkü İhsan Oktay Anar öyle bir kitap yazmış ki, okurken sayfalar parmaklarınızdan kayarak aksa da anlatırken dilinize kilit vuruyor. Bu kitabı anlatmak o kadar zor ki… Öncelikle ilginç bir ayrıntıyla başlayalım. Kitabın kapağındaki her bir kahraman kitap içinde geçiyor. Bu çok güzel ve bir o kadar da ilginç bir ayrıntı. Kitabı okudukça dönüp kapağa bakarsanız anlatılan bir karakteri mutlaka orada bulacaksınızdır. İhsan Oktay Anar’ın şöyle bir tarzı var, hiç kimse tamamen başkarakter değil. Yan karakterlerini süslemiş ve detaylarla sizi oldukça eğlendirmiş bir yazar. Kullandığı üslubu ve tarzıyla tamamen kendine özgü. Kitap öyle güzel ve öyle sürükleyici ki, okurken yazarın hayal gücüne ve detaylarda oluşturduğu farklı minik hikâyelere hayran kalacaksınız. Ayrıca, kendi ülkemizin ve tarihimizin, içinde barındırdığı farklı etnik dokuları, güzelliklerini ve en önemlisi bizi biz yapan olguları tatmak eşsiz bir duygu. Kitabın türü için “tarihi-fantastik” diyorlar. Doğru da. Kitaba ilk başladığımda “Neresi fantastik bunun?” demiştim, ama okudukça neden “fantastik” sıfatını da kazandığını anlıyoruz.Her bir karakterin, ister en önemlisi ister yoldan geçen adam, kendine has bir öyküsü var. Yazara neden, bazı kesimlerce “Türkiye’nin Tokien’i” dendiğini ise kitap bitince anlıyoruz. Kendisi yeni ırklar, yeni diller yaratmasa da, var olandan yeni bir anlatım tarzı ve yeni bir hayal gücü düzeni oluşturmuş.
İhsan Oktay Anar’ın zekâsına, kurgusuna ve anlatımına hayran olacaksınız.
Eh bir de Anar'ın kitaplarında var olmayan kadın karakterler ve kadınsız romancı olayına da değinmek gerek.
Biraz magazinsel boyutuyla yaklaşırsak, kendisine bu durum sorulduğunda İhsan Oktay Anar şu cevabı veriyor: “Pek çok romanda pek çok şey yoktur. Romanlarımda kadın yok. Ama ‘zebra’ da yok, ‘bengal kaplanı’ da, ‘guguklu saat’ de yok”.
Sırf erkek kahramanlar romanlarının asli unsuru diye bir yazarı eleştirmek de pek doğru bir yaklaşım değil, yazar romanının kurgusu içinde istediği cinsiyetteki karakterler ile istediği dünyayı yaratmakta özgürdür, bunu eleştiri konusu yapmak (saptama konusu yapılabilir şüphesiz) çok da anlamlı bulmadığım bir durum.
Konu bir yazarı ve bir romanı okur gözüyle incelemek, genel olarak yazarın özel olarak da romanının dilini, üslubunu değerlendirmek, romanının kurgusunu, olayların geçtiği dönemlerin ve olayların tarihsel veya toplumsal zeminlerini incelemek olunca ve de aynı zamanda yazar İhsan Oktay Anar gibi dili kendine özgü ve farklı, romanları da bilinen roman kalıplarının ve özelliklerinin dışında eserler olunca bu işin nasıl da zor ve altından kalkmanın imkansız olduğunu görüyorum. O yüzden yazıda iddiam ne bir “edebiyat eleştirisi” yapmak ne de edebi sınırlarda bir de değerlendirme yazısı yazmak , ki haddime de değil. Sade ve sıradan bir okur olarak, Anar külliyatını okuduktan sonra bu yazarın ve eserlerinin ben de oluşturduğu izlenimi, hakkında okuduklarımla birleştirip birşeyler karalamak günlüğe. Bu uzun açıklamın ardından konuya yani İhsan Oktay Anar ve romanlarına dönelim.
Postmodernist edebiyata girmek gibi bir kaygım hiç olmadı. (İhsan Oktay Anar)”.
Her ne kadar bir kısım eleştirmen ve okur Anar’ın romanlarını postmodern olarak nitelese de kendisi aynı fikirde değil. Tabi bu durum Anar’ın romanlarında postmodernist öğeler olmadığı anlamına da gelmiyor, ki romanlarında “üstkurmaca” tekniği kendini gayet açık bir şekilde belli ediyor zaten. Ve evet modernist öğelerle yazılmış metinler de değiller. Ama romanlarının tamamına bakıldığında bu kalıpsal tanımlamanın çok dar olduğu ve bu sınırlamanın anlamsız olduğu görülecektir.
Mesela kendisini nasıl tanımladığı sorusuna Cumhuriyet Gazetesi Pazar Eki’nde şu cevabı veriyor:
Kimliksiz biri olduğumu düşünüyorum. Ressam, mühendis, tarihçi kimliklerine sıkışıp kalmak istemem. Hatta yazar kimliğine de… Sadece yazıyorum o kadar. Resim yapabilir ve postra’da oynayabilirim. Borges’in söylemeye çalıştığı gibi ‘bir insan hem herkes, hem de hiçbiridir’. Ben bir ‘joker’im yani bazı iskambil oyunlarında her kartın yerine geçen bir kart gibi, kelimenin diğer anlamıyla da ‘joker’ yani ‘şaka’cıyım.” (Cumhuriyet Gazetesi, Pazar Eki, 07/01/2001)
Kendisini veya yaptığı işi herhangi başka bir işten üstün tutmayan ve yazarlığı bir çok kesim tarafından türk edebiyatı içinde şimdiye kadar görülmemiş bir farklılık ve yenilik içeren bir insanın kendi yazarlığına bu kadar mesafeli durması ve farklı bir “mütevazilik” sergilemesi, bu “popülarite merakı” çağında onu çağdaşlarından ayıran önemli bir özellik.
Okurların ve kitap meraklıların hangi kitapları okumasını önerdiği sorusuna:
Öncelikle benim kitaplarımı değil. Kemal Tahir’i, Yaşar Kemal’i, Sait Faik’i ve klasikleri okumasını tavsiye ederim” (kaynak: notos öykü, sayı 30)
İster modernist deyin, ister postmodernist, ister masal anlatıcısı, eski dil delisi deyin, ister romanlarını gerçeküstü diye niteleyin isterseniz “fantastik”, ister “tarihi romanlar” deyin romanlarına ama bir gerçek var ki bu kalıpların ötesinde farklı bir yazar ve farklı romanlarla ile karşı karşıyayız ve hem dil de hem kurgu da hem de “roman” sınırları açısından baktığımızda yeni ve daha önce görmediğimiz romanlarla karşı karşıyayız ki bu durum okur için de edebiyatımız için de gayet güzel bir durum.
Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar. Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşündüğüm bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.”
Anar gerçekten iyi bir iş çıkarmış. Kitap Türkiye’de yeni bir çığır açmış olarak kabul ediliyor. Düşünme gücünün özellikleri hakkındaki kitap, sıradan bir insan olan Uzun İhsan Efendi’nin, okumamış bir insanın, akıl yoluyla neler yapabileceğini ve düşüncelerinin sınırlarını zorlayışını anlatıyor. Düşünmek ile varolmak kavramları arasında bir bağ mı yoksa ince bir çizgi mi var, bunun sırları Puslu Kıtalar Atlası’nda.
Ayrıca kitabın içinde yer alan tüm olaylarda tarihe de bir adım daha yakından bakmış oluyorsunuz. Eski İstanbul ve Osmanlı halkı hakkında, hikayelerde yer alan dönemin şartlarına uygun tıp ve benzeri bilimlerin uygulanışı , dünyanın en eski mesleklerniden birini yapan dilenciler hakkında bir çok şey öğreniyorsunuz:)
Puslu Kıtalar Atlası, felsefeyle yeni tanışanlar için ve uykusunda da olsa yeni maceralara koşmak isteyenler için birebir.
Dünya bir düştür, ah evet dünya! dünya bir masaldır!”




20 Ocak 2014 Pazartesi

Boris Vian: Su gibi yakan, ateş gibi boğan samimi bir insan


Uzun yıllar önce kitaplarıyla tanıştığım en sert yazarlardan biridir Vian. Çok çeşitli eserler yazmış, roman, öykü, şiir ve müzik üzerine... Edebiyatın açık yürekli yazarı. Romantik, natüralist, sosyalist, mistik ve tüm bunlarla beraber absürt yazan bir adam. Şair, mühendis, senarist, kısa film amatörü, yaratıcı bir caz müzisyeni, tutku dolu bir trompetçi. Yaşamında kırkıncı yılını görmek istemeyen ve otuz dokuz yaşında yaşama veda eden, olması gerektiği gibi, aykırı ve başkaldıran bir insan Boris Vian.

Öyle bir kitap düşünün ki, kitabın henüz ilk sayfalarında size kendisinin ikinci kez okunması gerektiğini hissettirsin ve söz konusu kitabın sonunda bir son söz ‘yeniden okumadan önce’ başlığı altında incelensin. Hem de gecikmiş, sonradan yapılacak bir ikinci okuma değildir kastedilen; kitabın ilk okunmasından sonra ivedilikle gerçekleşmesi gereken bir ikinci okuma. İşte böyle ve daha fazlası olan, sınırları olmayan bir kitap Pekin’de Sonbahar. Her okunuşta okuyucuya farkı farklı hissettireceği için, ikinci bir okuma dahi yetersiz kalabilir. Bu sınırsız kitap ne kadar erken okunmaya başlanırsa o kadar derinleştirecektir okuyucuyu.

Pekin’de Sonbahar, Vian’ın kitapları arasında bir mola dönemi, step sahası gibi görülmektedir. Ancak nasıl bir geçiş ve dinleniş ise bu, kitabın sonuna gelindiğinde kişide başa dönme isteği uyanıyor. Sanki hala keşfedilmeyi bekleyen karakterler varmış ya da karakterlerin keşfedilmemiş daha pek çok yönü varmış gibi… Başka bir deyişle Boris Vian, sona vardığınızda bile, söyleme ihtimali olduğu şeyleri size hissettiriyor. Yani Vian işini oldukça iyi yapıyor: Yazmayı göze alarak hiç okunmayacakmış gibi dolu dolu yazıyor.

Bu romanda gereksizliğin vurgusu gereksiz bir işe girişilerek, aşkın yüceliği ise aşkın tüm yönleriyle ele alınarak işlenmiştir. Teknik bir adamın romantik, gerçekçi ve aslında gerçeküstü bir kitabı. Kitap, ne Pekin’de geçiyor ne de mevsimlerden sonbahar. Yazar, 1956’da söz konusu kitabın ikinci baskısına şu notu düşer: ‘… Eğer kitapta zamansal ve mekânsal yaklaşımlar belli yerlerde çakışıyorsa bu, tümüyle istenç dışı gerçekleşmiş bir şeydir.’ Alphonse Allais ise kitaba ilişkin şöyle bir açıklamada bulunuyor: ‘Ben bu kitaba Müfrezenin Şemsiyesi adını verirdim. Bunun iki nedeni var: Birincisi, kitapta şemsiyeye benzer hiçbir şey yok. Bir savaş birimi olarak değerlendirilen o çok önemli müfreze konusuna gelince ise; böyle bir şey aklımdan bile geçmedi.’

İşte Pekin’de Sonbahar, yazar ile bütünsel müzikli bir fırtınada yolculuğa çıkarıyor okuyucuyu ve bu yolculukta bol bol güldürüyor; hem de kum fırtınalarında bile rahatça. Çünkü bu romanda hiçliğe dair her şey var.

Vian’ın Jöleli Şarkılar isimli şiir kitabında ise erotizmin haricinde kendi yaşamıyla da ilgili mısralara rastlamak mümkün. Ayrıca Simon de Beauvoir, Jean Paul Sartre, Lucien Coutaud, Edith Piaf gibi pek çok yazar ve sanatçıya ithaf edilmiş şiirler de kitapta mevcut.

Ama işisel olarak beni en etkileyen; Boris Vian’ın ‘Vernon Sullivan’ takma adıyla yayımladığı ve ilk taşı ismiyle atan bir kitap: Mezarlarınıza Tüküreceğim.

Bu kitap zihin yoracak veya beyin fırtınasına sebep olacak türde bir kitap değil. Oldukça düz ve sade; fakat sadece teknik anlamda. Kitabın içeriği ise yalnız keskin tartışmalara neden olmakla kalmamış; kitap, ayrıca ülkemizde de ‘on sekiz yaşından büyükler için uygundur’ ibaresini üzerinde taşıyarak ahlakî açıdan zararlı bulunmuştur.


1946’da yazılan, 1949’da ‘ahlakî değerlere hakaret’ ettiğinin düşünülmesi ile yasaklanan kitabın 1989 basımının son sayfalarında Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’nun kitap hakkındaki karar incelemesi var. Kitabın sakıncalı cümleleri tek tek incelemeye alınmış. Kararda tek bir karşı oy söz konusu. Esasen bu kısım gayet ilgi çekici. Çünkü karşı oy ‘kitap ahlakî açıdan uygundur’ demiyor sanılanın aksine. Bir kitabın ahlakî değerlere uygun olmaması için öncelikle onun bir edebî metin niteliğini haiz olması gerekir. Fakat söz konusu incelemeye konu olan bu kitap, edebî bir değer taşımamaktadır, deniyor. Yani yazara ve onun eserine karşı somut bir yadsıma mevcut. Oysaki kitabın tek derdi ‘beyaz görünümlü zenci’ kişisinin vurguladığı ırkçılığı yansıtmak.  

bazen

bazen, en sevdiğin şarkıyı dinlerken onu niye sevdiğini bilmezsin.  bazen, sade kahve olmayabilir, “üçü bir arada” da gider.  bazen okuyacak kitap bulamazsın eski kitapları tekrar okursun.  bazen kim ararsa arasın telefonlara cevap vermezsin, bi anlamı yoktur, bu bir trip değildir. bazen her şey anlamını yitirebilir, ama tekrar bulabilirde… olur öyle arada.  bazen her şey olabilir, bazen hiçbir şey olmaz.  bazen hayat biter. bunun bi açıklaması yoktur.
işte bunları karalarken; henüz yeterince sarhoş olamadığımı düşünüyorum. sorun değil, kafamdaki böcekler duracağa benzemiyor nede olsa. herkes gibi en az iki maskem var benim de ve birbirlerinin üzerine takıldıklarında çok şık duruyorlar. sanırım açık yaraya tükürmek mikrobu kırarmış dedikleri için yaralarıma ve tek gecelik sevişmelerimdeki kadınların dudaklarından tükürük çalıyorum. yaraya tütün filan basılmaz saçmalama. tütün içilmek içindir. bunu ben bile biliyorum hiç tütün içmesem de... gözümü yoran alkol şişelerinden kurtulmam gerektiği için bu kadar çok içiyorum. kadehi ve her gereksiz şeyi koklamayı alışkanlık haline getirmiş burnumu kırmak istiyorum. annem beni özlerse diye korkuyorum. sonra farkediyorum, evet bazen farkedebiliyorum. uykuya dalma çabalarımda kahveye boğulmuş soluğum duvardan sekip koklamaya meraklı burnuma çarpınca olur böyle bazen diyorum kendi kendime. olur böyle, delirdin diye sevinme. saçmalıyorum sadece.
Zaten sahip olduğum hiçbir şeyin normal olmadığının da bilincindeyim. Ben , sen, o , biz, siz, onlar... El ele verip, Türkçe derslerinden öğrendiğimiz zamirlerin içine sıçabiliyoruz. Yazmak istemiyorum aslında. Yazmak istemediğim için de bu denli konuşuyormuş gibi satırlarım. Beni dinlemeni çok isterdim, kim olduğun önemli değil. Her kimsen, seni karşıma alıp bütün hayatımı sana anlatmayı isterdim. Kafanın karışmasından alacağım zevkle, daha da hırslanırdım sana kendimi anlatırken. Bütün ilklerimi ve sonlarımı anlatmak isterdim sana. Sesimi alıp götürmeni isterdim, satırlarımı okumanı değil.
Kim olduğun önemli değil. Beni biraz dinler misin? Çok yorgunum. Kendimden yorgunum. Hayattan yorgunum. Çok uzun konuştum yine. Ama sen sesimi duymadın. Sesimde çıkmadı zaten.
bazen saçmalarsın böyle… bunu sık sık yapabilirsin.


erkek?

Bugüne kadar öyle erkekler gördüm ki etrafımda, onların sevgililerine ne kadar aptalca davrandıklarını gördüğünüzde insanlığınızdan iğrenirdiniz. Burada sosyal medya hesaplarının şifresini istemekten veya arkadaşlarına karışmaktan bahsetmiyorum.  Bunlar ne ki? Sevgilisine saat 18:00 ile 07:00 arasında dışarı çıkmayı yasaklayan adam gördüm ben... Sevgilisinin kıyafetlerinin fotoğraflarını tek tek inceleyip, açık bulduklarını ve beğenmediklerini giymesine izin vermeyen arkadaşlarım oldu benim... Kız arkadaşının cep telefonundan çatır çatır erkek numarası silenler gördüm...

Biraz yalandan sevgi, biraz yalandan aşk karşılığı, kadınları kullanmaktan çekinmeyenleri gördüm...

Sevdiğini söyleyecek kadar cesareti olmayan, bunu yaparsa o kızın karşısında küçük düşeceğini zanneden zavallı erkek. Kadınları “Evleneceğiz” diye kandıran ve bu sözlerine güvenen insanların güvenini süistimal etmesiyle ego tatmini yapacak kadar ezik erkek. Parası varsa, arabasıyla adam olduğunu zanneden ve arabası servisteyse sevgilisiyle buluşacak özgüveni bile kendinde bulamayan erkekYatakta 5 dakika bile dayanamayıp, kendince devasa o minik aletiyle üzerine çıktığı kızı sonradan “Orospu!” diye, “Motor!” diye hakaret etmekten çekinmeyen kişiliksiz erkek. Özür dilerim, “erkek” kelimesi tüm bu cümlelere fazla oldu; yalnızca “zavallı”, “ezik”, ve “kişiliksiz” olarak isimlendirmem gerekirdi. Çünkü bütün bunlar birer erkek davranışı olamaz… Olmamalı.

Kardeşim, nasıl erkek olursun, biliyor musun?

1) Hayatındaki kızın senin peşinden gelmesi gereken bir köpek olmadığını, onun da en az senin kadar kişiliği, düşünceleri ve hayalleri olduğunu anladığında.

2) Kadınların özel hayatına saygı duyduğun zaman. Hayatındaki bir kadının arkadaşlarıyla en az senin kendi arkadaşlarınla geçirdiğin kadar rahatça ve keyifle zaman geçirebilmesini sağladığında.

3) Onu senin hayatından istediği zaman çıkmakta özgür bırakacak kadar özgüvenli olduğunda. Bir kadın eğer baskı gördüğü için veya etrafında erkek görmediği için seni terk etmiyorsa ya da aldatmıyorsa, bu bunları sana yapmayacağı anlamına gelmez. Bu sadece yapamadığını gösterir. Sen onu tamamen özgür bıraktığın halde o yine senden başkasıyla olmak istemiyorsa, yine seni aldatmıyorsa, yine -ona onlarca erkek yaklaştığı halde- tüm erkekleri geri çevirip yalnızca seni istiyorsa, işte o zaman o kadın gerçekten seninledir demektir. Öteki türlüsü yalnızca kendine güvenmeyen birinin gösterdiği ezikçe çabalardır.

4) Kadınların da en az senin kadar seks yapmaya hakkı olduğuna kendini inandırdığında.  İyi dinle: Bu bekaret zarı denilen şey, kız bebeklerinin fiziksel imkanları nedeniyle bizler kadar korunaklı olmayan genital bölgesini ve karın kısmını mikroplardan korumak için vardır. Bundan başka da hiçbir bir görevi yoktur. Bunun farkında ol.



19 Ocak 2014 Pazar

yalnızlık bana kaldı

şarkı eşiliğinde daha iyi gelecektir...

yine gece evde bir başıma otururken kafamdaki böceklerin sorularıyla uğraşıyorum. seslerini bu sıralar dahada yükseltir oldular. susturamıyorum, boğamıyorum...
yalnız yürüyüş yapmak, konsere gitmek, şarap içmek. düşününce çok hoş şeyler. daha doğrusu alışınca güzelleşecek durumlar. peki bu yalnızlaşmaya alışmak zor oldu mu?
buna bir sürü yanıt verebiliyorum içimden, dışımdan, uzaklardan, geçen günlerde uzayda bir başına kaybolmuş hisseden kozmonot yanımdan...
ilk başta; Yalnızlık zordur. Ben aslında hayatım boyunca hep yalnızdım. Herkes kadar yalnızdım yada herkesten biraz daha fazla... Yalnızlık hayatım boyunca nereye gitsem peşimi hiç bırakmadı. Her yerde; evde, sokakta, arabada, en kalabalık olduğumuz anlarda bile. Kaldırım ve dükkanlarda... Her yerde. Kaçış yok...
Sonrasında başka bir yanıt beliriyor içimde; ve aslında benimki yalnızlıktan ziyade “bireysellik” gibi bir şey sanırım. çünkü, bu konuda çok şanslıyım ki, hayatımın hemen her döneminde çok sevdiğim arkadaşlarım, dostlarım oldu, varlar. bir şeye canım sıkılsa ya da diyelim konuşma ihtiyacı duysam yanımda olacak ve ne kadar saçmalarsam saçmalayayım beni anlayacak insanlar. yani, yalnız gibi de değilim.
sadece, geniş sohbet masalarının, partilerin insanı değilim ya da mesela, günlük hayatta şöyle bir merhabalaşmamın olduğu bir grup insanla kalkıp bir yerlere gitmem genelde, eğlenceyi ya da dertleşmeyi yalnızca bana yakın insanlarla yaşamayı severim özetle ve bu da sosyal çevremin az kişiyle sınırlı kalmasına ve insanların benim ne kadar yalnız olduğumu düşünmelerine yol açıyor.
çok sevdiğim, dengeli bir yalnızlığım, kendi dünyam var ve sanırım orası, kendimi en rahat hissettiğim yer.
ama şunu söyleyebilirim; yalnızlığınla mutlu olabilmek için, kendine vakit ayırmaktan, kendini geliştirmekten yani “kendine, kendin için yatırım yapmaktan” hoşlanman gerekiyor.
yanında tek bir insan bile kalmaması ihtimalinde, kendine "korkma ben varım" diyebileceğini bilmek, gerçekten güzel bir his bana göre. çünkü bunu çok içten diyecek insanlar bir gün korktuğunu söylediğinde, yanımda ol dediğinde mazeret üretiyorlar.
ve bu şekilde; kurduğun her arkadaşlığın, dostluğun ya da diyelim kadın-erkek ilişkisinin, yalnızlıktan kurtulmak, çünkü, günümüzde pek çok ilişkinin kurulduğu temel bu, falan için değil, gerçekten istediğin için geliştiğini biliyorsun.
Hayatımdaki her bir insan ayrı ayrı önem kazanıyor.
Ve inan bana kendim; yalnız yapılan yürüyüşler, gidilen konserler, bir kafeye tek başına oturup insanları gözlemlemek, bir bankta oturup kendini sadece “düşünme eylemi”ne bırakmak…
Bunlar güzel şeyler.
haa işin dürüstçe ve bu kadar cool olmayan bir teşvik nedeni daha var.  "bu hayatta kendinlesin koçum, buna göre yaşayacaksın”, bir çeşit önemli aydınlanma noktasıydı benim için. çünkü sevdiklerin seni yalnızlığına atarak gidiyorlar her seferinde. büyükbabam öyle yaptı, bir anda gidiverdi, ilk büyük yalnızlık, sonra anne ve baba boşandı, tüm acıları çocukların kucaklarına bıraktılar, kendileriyle o kadar meşguldüler ki, bizi hatırladıklarında iş çok geçmişti. eh aşk hayatı da öyle. hayatıma giren tüm dişiler için aynı hisleri beslemedim sonuçta. ama büyük üçlü "Z", "A", "M" (ilişkilerin sonları niye kötü belli tabi, baş harfleri zam mı olur yaa) zor zamanlarda gittiler. acıttılar. bazen bilerek can yaktılar. yalnızlığın içine ittiler. her üçünde de içimde farklı ateşler yandı.
Bir gün biri çıkar karşına bütün dünyan alt üst olur. Ne diyeceğini, ne söyleyeceğini şaşırırsın. Doğru düzgün düşünemezsin bile, bütün dünyan o olur. Yanındayken bile bir gün çekip gidecek diye korkarsın. Ne öpmeye kıyabilirsin ne bakmaya. Ne zaman onu düşünsen sol kaburgan ağrır. Ağlamak istersin, ağlayamazsın.
böyle hissede hissede gittiler... yalnızlık bana kaldı...

18 Ocak 2014 Cumartesi

cehenneme hoş geldin

Bana da saçma geliyor, ellerim yüzüne tırmandıkça içimde başlayan yükseklik korkusu. yolunu kaybeden birkaç parmağımın ; o anda teninde bıraktığı izler... ellerimin tenine olan sabıka kaydı.
Bunları düşünüyordum, saat sabahın 6'sı. Şehir iç kanamaları olurdu bu saatlerde. ben uyanıp seni izlerdim. bir kadın, tüm cinse adını veren kadının, göğüs uçlarına geceliği dokunurdu. ki o çiçekli kokusu olan göğüsleriyle emzirecek bir gün çocuğunu.
Elleri benzerdi mevsimlere, soğuktu bu aylar ellerinin uzaklığı yüzünden, tenimi sıkı giyin dedim. üşütme... Bu mevsimlerde; anason vuruyordu tüm gidemediğimiz deniz kıyılarına.
Bilmem kaçıncı Dünya savaşından mağlup çıkmış gibiydi gözlerin biraz savunmasız, biraz direnişçi. daha çok yorgun ve güvensiz...
Benim ise teninle münasebetim; zenci bir kölenin jazz söylemesi gibiydi... biraz melodik, daha çok haykırış... sanki geceleri dudaklarına yasak koyuyordu kelebekler, sanki göbeğin bedeninin yapım aşamasını tamamlayamayan birinin pes etmişliğinin kanıtı. (ki bir çokları tanrı diyor)
hepimiz biliyoruz, çivisi çıkınca her şeyin ;
bugün ne yapsam telaşını yaşayamadığı için ateist olacak, sonunda bütün peygamberlerin Sırat Köprüsünden aşağıya bakacakları gün gelecek.
 Sonrası laf aramızda : ''cehenneme hoş geldin''

Sonsuzluk ve bir gün

Uzun uzun suskunluklarla doldurulmuş mektuplar yazıyorum, bir anlayanı vardır elbet. Cem Mumcu'nun da dediği gibi; "benim en yakın dostlarım, birlikte sınırsızca susabildiklerim"
Başka bir şey söyleyemiyorum.
Bir şey daha… Bursa’da sabah ezanının okunduğu saatlerde artık anlamıştım: Onların, yani insanların dünyasıydı gerçek dünya, gerçekdışı olan bendim. Onlar soluk alıp veriyor, değişiyor, yapıyor, kuruyor, istiyor, çiftleşiyor, kızıyor, ağlıyor, kahkahalar atıyor, sağ kalıyordu. Ben seyrediyordum. Yaşamın yüreğinde bir soru işaretinden başka bir şey değildim.
Ve bir şey... Sana söyleyemediklerimi hamam böceklerine söyleyeceğim.. bazen hayatın varlığının tek kanıtıdır onlar. hem Bukowski ne diyordu Sarhoş Çal Piyanoyu'da; "muhabbet edecek bir hamam böceği bile bulamıyorum" Susuyoruz bak hep. Söyleyemediklerimizi susuyor, bilmediklerimizi konuşuyoruz
Ve bir şey… hayal kurarım, en zevksiz acıklı şeylere gözyaşı dökerim de kendimi bilmem. Biz bilmeyiz birbirimizi, böylesine mutlu değil miyiz bazen? Bu evrende her şeyi silecek birileri. Bu önemli değil, belki de biz diye bir şey de yok, çoktan tükenmişiz. Bırakıp bırakıp uzak kentlere bile gidemeyiz. Hem bak, bizi ağaçlandırmak güçtür, ya içimizdeki çöl?

Ve bir şey daha... Gülmeli şeyler okuyalım mesela. Gülünce çocukluğum ara sokaklarda bağırışlar içinde oyun oynuyor. Çocuklaşacağım tutuyor. Hem biliyor musun, insanların çoğu yoksul değil, yoksun. Kaybediyorum varlık telaşesini. Bir tenden bir tene akmakla, almaklığı hiç bitmiyor ki .
Son bir şey daha; olmayacak şeyler yüzünden oluyor hep bu olanlar. Gittiğin yerlerden hiç bayram getirmiyorsun mesela. Kağıtlara geçirmeyi unuttuğum kısa öyküler yazıyorum, hepsi komik, tuhaf ve acıklı. Yani iki kişilik… Ben ve bana ait...
Unutuluyor söylenceler. Yollar beni kahretmeye uzuyorlar. Halbuki seni ve gülüşünü taşıyan otomobiller ne güzeldir. Mektuplar iflah olmuyor, beklemek de. Herkes uyuyunca işçiliğini Turgut Uyar’ın yaptığı şiirlerden külah yapıp başıma, sana mektuplar örüyorum kalemle. “gülümsemen güzel, gülümse!” diyordum eski mektupların birinde.
Sonra bir filmden kopup gelen replikler uçuşuyor aklımda;
“Yarın ne kadar sürer diye bir soru sormuştum Anna, hatırladın mı? Sonsuzluk ve bir gün kadar…”


17 Ocak 2014 Cuma

Paul Auster: Yazmanın dehası labiretlerde gizli


Uçurumun kıyısından atlayacağım anda bir şey uzanıp beni havada yakaladı. Onu aşk olarak tanımlıyorum. İnsanı düşmekten kurtarabilen tek şey, yerçekimine karşı koyabilen yegâne güç.”
Manhattan’ı New Jersey’den ayıran Hudson nehrinin batı kıyısında, Newark yakınlarında bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Polonya göçmeni bir Yahudi olan baba Samuel ve anne Queenie yeni doğan oğullarına Paul adını koyarlar. Daha önceleri ünlü mucit Edison’un ekibinde çalışan Samuel artık mobilya ticaretiyle uğraşmaktadır. Paul okul hayatıyla birlikte okumaya merak salar. Genç Paul on dört yaşında iken arkadaşları ile açık alanda kamp yapmaya gider. Aniden çıkan fırtınadan korunmak için bir yere sığınmaya çalışırlarken hemen yakınlarına düşen bir yıldırım birkaç metre ötesindeki arkadaşının ölümüne neden olur. Onu yaşama döndürmeye uğraşırken gözlerinin önünde maviye dönüşen ceset, Paul Auster’ın hayata karşı tedirgin duygular beslemesinin bir başka önemli nedeni olacaktır. Absürd tesadüflerle, beklenmedik olaylarla şekillenen romanların temeli belki de o dönemde atılmıştı.
Eğer her şeye hazır olduğunuzu sanıyorsanız, hiçbir şeye hazır değilsinizdir.”
Paul Auster’ın kitaplarında okurların karşısına çıkan; anlatılanlar vardır, anladıklarımız vardır ve başka bir şeyler daha: Karmaşık, tanımsız, absürd, varoluşsal…

Bir hikâyenin gerçekliği detaylarda gizlidir.”

Yazar ilk kitabını bitirdiğinde onu basacak bir yayıncı aramaya başlar. Bir, iki, üç, beş, on… New York kentinde tam on yedi ayrı yayınevi tarafından reddedildikten sonra kilitli kapıyı, ayrıksı yapıtlara daha duyarlı bir bölgeden, San Francisco’dan bir yayınevi açar. Daha sonra New York üçlemesi adıyla ün kazanacak bu zincirinin ilk halkası, City of Glass – Cam Kent 1985 yılında yayınlanır.

Bunlar artık elde kalan son şeyler, diye yazar genç kız. Bir gün gelecek , kaybolacaklar ve asla geri dönmeyecekler.” Paul Auster’in en önemli eserlerinden biri, In The Country of Last Things – Son Şeyler Ülkesinde (1987) bu sözlerle başlar. Kaosun hüküm sürdüğü, düzenin kendini yok ettiği bir adaya, kaybolan erkek kardeşini aramaya giden on dokuz yaşındaki kız, Anna Blume, adadan ayrılan son gemiyi göz göre göre kaçırır. Zira yazarın emir komutasında bir felaketten öbürüne savrulan bir maceranın kahramanı olmak gibi bir görevi vardır. Hiçliğin, anlamsızlığın sözcüklere dökülmeden anlatıldığı bu fantastik hikâyenin canlı şahidi olma görevi de okurlara verilmiştir.
Kurgularında sürekli karşımıza çıkan belirsizlikler, tesadüfler, gerçek hayatında da benzer rolleri oynamaktadır. Bu koşturma bittiğinde, aslında sakin ve yalnız bir hayatı tercih eden yazar yeniden Brooklyn’deki evine geri dönüp yazı masasının başına geçecektir. Eserlerinin neredeyse tümü Türkçeye çevrilen Auster, kitaplarının Amerika’dan çok Avrupa’da satmasından şikâyet etmek yerine bunun kendisi için daha büyük bir anlam ifade ettiğini söylemekten geri durmaz. Ülkesinde kendisi hakkında çıkan eleştirileri ciddiye almasa da bu durumdan hoşlanmadığını, içinde yaşadığı toplumun beklentilerini karşılamak gibi bir görevinin de olmadığını savunur.


15 Ocak 2014 Çarşamba

Sanal Tutkular Çağı

Şu saate bir hastane odasında manzaraya karşı YannTiersen dinleyip, kahve içerken tüm tutkulardan uzağa atılmış gibiyim. Hiçbir testi yapılmadan uzay fırlatılmış bir Soyuz kapsülündeki Kozmonot hissi...
Oysa ki günlerce barlarda, sokaklarda, kadınların sesinde, fahişelerin gözlerinde kendimi neşeli hissettirecek, iyi ben'i hatırlatacak hislerin gölgesini aradım.
İnsan internet karşısında yalnız kaldığında canı da sıkılıyorsa, ki benim bu aralar sık sık sıkıldığı gibi, kafasını dağıtmak için anlamsız şeylere bakıyor. Gerilen, kaybolmaya ilerleyen ruhumu rahatlatmak için ekranda boş bir neşeyle bakan kadınların, zamansızlıkta saklı kalmış güzelliklerine bakarım boş boş... Pronografiden bahsetmiyorum. Ilişki hali videoları ya da fotoğrafları insana yalnızlığını daha da hatırlatmaktan başka bir şey değil. Yine de yapmacık, sahte olduğunu bildiğin tatlı vaatlerle ekranda bana bakan az çıplak, bol iç çamaşırlı hatun aklımı dağıtıyordu. Bu yazan çizen bendeniz için belki de küçümsenecek birşey belki, ama ne yapabilridim ki? Bizim zamanımızın durumu böyle. Yoksa Çarlık Rusyası Edebiyatçıları gibi acılarımı kumar masalarına bırakmayı ya da Bohem Fransız yazarların Moulin Rouge'da fahişelerle duman altı olarak kafa yaptığı zamanda değilim malesef...
Biz bu boktan modern zamanlar içinde tutkularımızı ve aşklarımızı maddiyata satıp internet karşısında "Sanal Tutkular Çağı"nı yaşıyoruz.
Amaaannn... ben neden anlatıyorum bunları.
O kendimi iyi hissetmemi sağlayacak gölgeyi araken etrafa, bir kadınla eve gittik. Onun koltuğunda karşılıklı oturup yüzüne baktım. Ellerine, parmaklarına... Sigasını dudaklarına götürüşüne. Nefes alışına... kıyafetlerinin arasından belli olan göbeğine... Acaba vücudunda dövme var mıydı? Dumanın dudaklarından süzülüşüne... öylece bir kadın olarak duruyordu. Sevebilirdim belki de onu... hoş bir kadındı aslında.
Orada karşılıklı otururken, birazdan yapmamızın muhtemel olduğu seksi bekliyordu belki. Belki de aklında tamamen başka, kendi dünyasına ait bir şeyler vardı. Umursamadığımı farkettim ne düşündüğünü. Dudaklarından ayıramıyordum gözümü. Sigara içmeyen biri için karşımdaki kadının sigara içmesi çok nadir etkiler. "Z" gibi içiyordu sigarayı. Dumanının yüzünde dolaşmasına izin vererek. Hırsla kendinden uzaklaştırmak ister gibi değil de yavaşça yüzünü okşamasına izin vererek bırakıyordu dumanı...
Telefon'a gelen bilmem kaçıncı mesaja baktım. "G" vijdanımın sesi olmaya çaışıyor. Buraya gelirken mesaj atmıştım. O ise onlarca şey yazmış. Göz ucuyla okudum. Hızlıca. Amaaannn...
Sevişmek istediğimden bile emin değildim ki... "G" karıştırdı aklımı. Bıraksa da tenimdeki son dokunuşlarının da izini silebilsem bir öncekinin. Offf... artık sevişmek bir yana, O'na arzu uyandıran bir şekilde bile dokunmak istemediğimi farkediyorum. Sanki başka zamanlara ait gibiydik... Sanki bir okyanusta dibe batıyor gibiydik. Şimdi ona buradan bakmak ve boş boş gülümsemek dışında bir isteğim yoktu içimde... oturduğum yerden yavaşça kalktım. Ona doğru adım attım. Ellerine bakıyordum, uzun parmaklarına... tuttum onları. Yavaşça öptüm ellerinden. Şaşkınlıkla tebessüm etti. Gülümsedim... kapıya doğru hareketlendim. Merdivenler... sokak... önüme çıkan ilk bara oturdum... bira...

çıkarken montumu almayı unutmuşum. Neyse zaten eve taksiyle dönerim buradan. Belki bir başka gün kapısını çalmak için bir bahane olur mont...

14 Ocak 2014 Salı

Yeter artık, söylenmeyi bırak ve eyleme geç...

Kafamda susmayan böceklerimin darbe yaptığı andır bu cümleyi durmaksızın tekrarlamaları... "Yeter artık, söylenmeyi bırak ve eyleme geç!"
Tüm kişisel gelişim kitapları envayi çeşit zırvalıklarla dolu. "Olumlu düşün, herşey yoluna girecek", "Iyi düşündüğün sürece başarıya giden yol açılacak" vs.vs... Böceklerim bağırıyorlar içeriden; "Siktir oradan, nereye kadar kaçacaksın?" 

Sonra da bitmek bilmez bir monoloğa başlıyor böceklerim; 
Insanlıklar bunları duymayı seviyor çünkü rahatlatıyor onları. Deniyorlar, başarıya ulaşamayınca da daha da üzülüyorlar. Sonra ellerindekiye yetinmeye başlıyorlar. Başkalarını suçluyorlar. Tanıyorsun değil mi? Sen, çevrendekiler... 

Farkına varman gereken asıl nokta Seçkincim, yaşadığın hayat kendi hatalarının toplamı. Başarısızlıklarının kendi hataların olduğunu kabul etmezsen başarılı olamazsın. Şu sıçtığımın hayatından sen sorumlusun Seçkin. Düşüncelerin, sözlerin ve yaptıkların yaşamakta olduğun bu hayatı oluşturdu. Sakın kolaya kaçıp kontrolüm dışında olan kötü olaylar zırvasına sığınma. Kötü şeyler olduğunda arkanı dönüp kaçmadın mı, başa çıkmak yerine kafanı kuma gömmedin mi? Bilmiyor musun bir olayla başa çıkma yöntemin yine senin elindedir. O durum karşısında nasıl davrandığın da senin sorumluluğun ve hatandır. Bugün kızdığın, kırıldığın, gözyaşı döktüğün herşey senin hatandır. 
Başkalarını suçlaman, mazeretler üretmen umrumuzda değil... 
Ne yapacağını söyleyelim sana; 
öncelikle o lanet olası çeneni kapa. Daha iyi dinle insanları. 
Sonra beş yaşında oyuncak alınmadı diye yırtınan sümüklü veletler gibi mıznızlanmayı bırak. Sorunlar öyle çözülmez. Ipleri eline al.
Sonuncusu da, eyleme geç. Net kararlar ver. Bu kararları uygulamak için plan yap. Gerçekleştirmek için yapılması gerekeni yap. 
Kolay mı? Elbette değil. Ama yap!!! 
Sevgiler, kafanın içindeki susmayan böcekler... Haa bir de resimi beğendik... Benzetmişsin bize...

gibi...

Severmiş gibi ilişkiler yaşıyoruz.
Öpermiş gibi yarım ağızdan…. Nefesimiz bile yüzeysel, alırmış gibi.
Verirmiş gibi sözlerimizi,
Yitmiş gitmiş çalakalem resimleri boyuyoruz…
Elinden geleni yaparmış gibi
…mış gibi yapıyoruz sürekli..
“…meli” “….malıları” mızı , “….mış gibi” yaparak zamanı tüketiyoruz.
İçinde kendinizi yitirdiğiniz,  benliğinizi yara bere içinde bırakıp tanımsızlığa sokan  ilişki sarmallarında hiçbirşey yokmuş gibi, olması böyle gerekliymiş gibi yaşamayı kendinize reva görüyorsunuz.
Yoğun kalabalıklarda kendinizi yitirip mutluymuş gibi yapıyorsunuz.
Aynada gördüğünüz bu yabancıyı kendinizmiş gibi zannediyorsunuz; gerçek sesini senelerdir duymasanız bile.
Daha ne kadar sürecek bu oyun, bu kandırmaca.
Ne zaman gerçekten siz olmayı seçecek, ne zaman yaptığınızın altına “Ben” imzasını atabilecek cesarete ulaşacaksınız?
Neyi bekliyorsunuz, bu dünyadan geçip gittikten sonra  “Nasıl bilirdiniz ?”, “İyi bilirdik” mişleri duymayı mı?

Geçen zaman değil sadece, “Siz” de gelip geçiyorsunuz.
 Yaşamın her milisaniyesinde, olmak, yapmak, hissetmek istediğiniz herşeye  tanımaya bile uğraşmadığınız özgün gerçeğinizin damgasını vurmanın zamanı gelmedi mi?
Sizin olmayan kimliklerin içinde, sizin olmayan kararların sonuçlarının bedellerini taşımanıza gerek olmadan, bağıra bağıra “BEN” demenin tadını çıkarmanın zamanıdır.
Bugüne kadar ne olduysa oldu, ne geldiyse geçti; artık yeni bir sayfa açmak lazım. Hiçbirşey için geç değil, hiçbirşey olanaksız değil.
Tek şartı cesaret ve kararlılık olan bir süreç bu; sonunda da hediyesi “SİZ” olan.

11 Ocak 2014 Cumartesi

Cevat Şakir'den Halikarnas Balıkçısı'na...


Bodrum'a gittiniz mi? Şayet benim gibi bir Bodrum sever ve hayatının dönüm noktalarında yolu Bodrum'la kesişmiş biriyseniz Cevat Şakir'i, yani Halikarnas Balıkçısı'nı bilirsiniz.

Merhaba! Yokuşbaşına geldiğinde Bodrum’u göreceksin.
Sanma ki sen geldiğin gibi gideceksin.
Senden öncekilerde hep böyleydiler.
Akıllarını hep Bodrum’da bırakıp gittiler”
Halikarnas Balıkçısı

Halikarnas Balıkçısı’nın hayat hikâyesini okudunuz mu bilemem ama; bu hikâye bir imparatorluğun dağılma sürecinde bir adada başlar. Balıkçı, ilk merhabasını bu adada “maviye” adamıştır. Köklü bir ailesi vardır. Kardeşleri de onun gibi sanata ilgi duyacak ve bu konuda başarılı olacaklardır. İlk yazısını İkdam Gazetesi yayınlar. Oxford’da okuduğu yıllarda tanıştığı bir İtalyan kadınla ilk evliliğini gerçekleştirir. Daha sonra iki defa daha evlenecek ve bu evliliklerinden beş çocuğu olacaktır. Sanırım Azra Erhat ile yaşadığı aşk tüm evliliklerinin üstündedir. Bu konuda ikisi de konuşmaz. İtalya’dan döndüğünde hayatını altüst edecek o olayı yaşar. Afyon’daki çiftliklerinde konusu “muallâk” olan bir tartışma sırasında babasını vurur. On beş yıllık kürek cezasının yedinci yılında hastalığı sebebiyle tahliye edilir. İstanbul’da çeşitli dergilerde çalışmaya başlar. Dergilere yaptığı karikatür ve kapak çalışmaları ilgi çeker.

Hayatının akışı normale döndüğü sırada “Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler” adlı yazısı başına dert açacaktır. İstiklal Mahkemesi, memlekette isyan olduğu bir sırada yayımlanan bu yazının “askeri isyana teşvik” suçunu işlediğine karar verir. Bodrum’a sürgün edilir. İşte bu sürgün artık bir “mavi sürgün”dür. Cevat Şakir, Bodrum’a yerleşmeye karar verir. Yazılarında kullanacağı mahlası da Bodrum’un antik çağdaki ismi olacaktır. Artık Cevat Şakir olarak değil Halikarnas Balıkçısı olarak anılır.

Halikarnas Balıkçısı ilk iş olarak Bodrumlu balıkçılarla tanışır. Onlara yeni olta takımları alır ve sünger avcılığını yaygınlaştırır. Tüm unvanlarından, soylu aile yapısından sıyrılarak Bodrumlu bir balıkçı olmaya karar vermiştir. Arkadaşlarıyla beraber çıktığı deniz yolculuklarına “mavi yolculuk” ismini verir. Balıkçı’nın mavi yolculuğu bugünkü lükslerin hepsinden uzaktır. Denizle baş başa kalmak ister. Bu yüzden yolculuklarında gazete okumaz, radyo dinlemez. Yanına sadece su, istanköy peksimeti, peynir, tütün ve rakı alır. Bu yolculukların eserlerindeki payı büyüktür. Mavi yolculuklarından sonra bir vazgeçilmezi de ağaç dikmektir. Bodrum’un ilk palmiyelerini diker. Kendisini Bodrum’un bahçıvanı olarak tanıttığı yıllarda, ceplerine doldurduğu tohumları köşe bucak her yere serpiştirir. Bodrum’a âşık olmuştur. Bu aşkını turist rehberliği yaparak insanlara aktarır. Bodrum’u insanın bir kere gördükten sonra terk edemeyeceği bir cennet olarak tanımlar. Hayatının son 25 yılını Bodrum’a adamıştır. İzmir’de kemik kanseri sebebiyle vefat ettiğinde büyük ihtimalle Bodrum’u düşünüyordu. Mezarı Bodrum’un Türbe Tepesi’ne yapılır ve zorunluluklar sebebiyle geldiği Ege’de, denize bırakılmış bir çiçektir artık…


9 Ocak 2014 Perşembe

İyi ki Doğdun Cemal Süreya; YASA DIŞI BİR ŞAİR

 “Her ölüm erken ölümdür” sözlerini kanıtlarcasına, hayata gözlerini kapadı. 9 ocak 1990'daki ölümüyle, usta şairden geriye kalan sadece yaşanacak yıllar değildi elbette. Bugün Cemal Süreya denilince, akla her biri başlı başına bir karakter taşıyan sayısız şiir geliyor. Üvercinka, Beni Öp Sonra Doğur Beni, Gül, Göçebe, Üstü Kalsın, bunlardan sadece birkaçı...
Benim bu yazıyı yazmak istememin bir nedeniyse; "Ama kadınlar, Tanrım, / Öyle sevdim ki onları, / Gelecek sefer / Dünyaya / Kadın olarak gelirsem, / Eşcinsel olurum" diyen şair, Cemal Süreya'nın şiirinde dolaşmak ve bu şiirde, kadının ya da erkeğin konumunu yeniden gözden geçirebilme isteği. Bu ne kadar yapılabilir bilemiyorum ama bildiğim bir şey var; o da Cemal Süreya'nın şiirinde erotizm ile aşkın iç içe geçtiği. Metin Celal'in demesiyle, "cinselliği yok saymayan bir aşktır Üvercinka'nın ana izleği" ki, değil Üvercinka, öteki şiirlerine bakıldığında da, aşk ve erotizm onun şiirinde, iç içe geçmiş, tensel birlikteliğin yanı sıra, bu birliktelik, arka odadan gün yüzüne çıkartılmıştır.
Cemal Süreya'nın şiirlerinde, kendinin ve ötekilerin bireyden yola çıkarak, toplumun ve insanlığın açığa çıkmamış hallerini, buna cinsellik dahil olmak üzere, gözler önüne serdiği, söylenebilir. Bu noktadan bakıldığında, Süreya'nın kendine âşık süsü vermiş değil, kadına âşık bir şair olduğu da düşünülebilir, zaten bunu kendi de, çeşitli yerlerde defalarca söylemiştir.  1931 Erzincan doğumlu olan Cemal Süreya, 61 darbesi, 12 Mart muhtırası, 80 darbesi gibi Türkiye'nin yaşadığı birtakım çalkantıları görmüş, bunu derinlerinde hissetmiş, bu hissediş esnasında, ironik bir dille yaşadığı süreci anlatmış, o süreçle adeta içselleşmiştir. Cemal Süreya, daha çok, cinselliğin tabu olarak görüldüğü, yaşadığı toplumu, o toplumun içinde gördüklerini şiirine resmetmiştir. Fakat kendinden önce yazanlardan ayrılan bir tarafı vardır. O, erotizmi kapalı kapılar ardından, gün ışığına çıkarmıştır. Erotik birtakım ayrımları gösteren ilk kuşak, Servet-i Fünuncu'lar olmasına karşın, kadın ve erkeğin cinsel arzularını, yasak ilişkileri, yatağı, cinselliği gösterenler de İkinci Yeni'ciler olmuşlardır. Bir anlamda, erkekle kadın İkinci Yeni ile şiirde aynı yatağı paylaşmışlardır. Zaten Cemal Süreya da kendi şiirini "erotik bir şiirdir benimki" diye tanımlar. Yazdıkları ile sınır tanımazlığını gösterir.
 "Ülke" adlı şiirinden alıntıladığım şu dizeler, onun ne kadar uç noktalarda gezindiğini, bize net bir şekilde gösterir: "Yalnız aşkı vardır aşkı olanın / Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan / Sen yüzüne sürgün olduğum kadın / Kardeşim olan gözlerini unutmadım / Çocuğum olan alnını sevgilim olan ağzını / Dostum olan ellerini unutmadım / Karım olan karnını ve önlerini / Orospum olan yanlarını..." ki, her ne kadar, biz kadınlara aşağılayıcı bir ifade gibi gelse de, burada kullanılan "orospu" sözcüğü, birtakım dogmaların yıkılması anlamında bakıldığında, bizlere önemli gözükecek, yukarıda söylediklerimi de destekleyecektir. Dahası mahremiyetin ortadan kaldırılması anlamında bu önemlidir. Bunun yanı sıra, onun şiirinde "çapkınlık bir erkek etkinliği olarak" anlatılsa bile, erkek gibi kadın da istek ve arzularını söylerler. Bu kimi kez gizli yapılan bir şey olsa dahi. Çünkü aşk vardır ve kural tanımaz, kadın ve erkek de birbirleri için vardırlar. Çoğunluk herkesin çapkın ve birbirini ayarttığı bu şiirlerde, kadın da kimi kez, cesurca bu etkinliğe katılan durumundadır. "Başka evlerde karşılaştık / iliğinden öptüm seni" derkenki durumda kadın da, bu öpülmeye karşı koymamış, ilgi duyduğu erkeğe izin vermiştir. Bunun yanı sıra, her ne kadar bazı araştırmacılar, tek eşle evliliği savunsalar bile, çok eşliliğin de, yaygın bir düşünce olarak varlığını sürdürdüğü gözlemlenmektedir. Sadece belki, değişen adlardır, aşk ve aşkın yasadışlığı hiç bitmez. Aşk öyle bir şeydir ki, eve hırsız yerine polis girer, o evlenmeyi hiç düşünmez: "Hain bir aşk bu, / Sizin eve hırsız girer / Onunkine polis. / Yasadışı bir aşk, / Evlenmeyi / Hiç mi hiç düşünmüyor." Kışkırtan kadın, erkek, yasadışlılık, işte hep bunlardır ya da bu ince ayrımdır, onun şiirini okudukça göze çarpan. Ama bu, hep birlikte yapılan bir etkinliktir çoğunluk.

Yukarıda söylediklerime devamla, okuyanda çeşitli çağrışımlar uyandıran dizelerde, tüm olağanüstülüğü ile şairin şiirinde yer alırlar.  Sevgiliyle ya da eşle yatılır ve bu etkinliğin hiç çekinmeden anlatıldığı da, daha önce rastlanmamış bir şekilde, gözler önüne serildiği gözlemlenir. Çünkü tüm bunlar, insana has duygulardır, şiir yolu ile ifade edilmesi gerekiyorsa edilmelidir de.
O kimi kez, kadınların söylemeye çekindikleri ama gizliden yaptıkları şeyleri ya da şöyle diyeyim, çapkınlıkları da söylemeden edemez. Bu anlamda bakıldığında, karşımıza çapkın bir kadın görüntüsü de çıkar. Bu nedenle ona bu söylemlerinden dolayı, yasa dışı bir şairdir de diyebiliriz. O, yazdıkları ile kendini yasa dışı kılmış, kendinden sonrakilere, başka bir dünyanın kapılarını aralamıştır.

Sezen Aksu'nun güzel sesiyle bir Cemal Süreya şiiri; Sayım

bu hayattan bazı şeyler öğrendim...

Uzanıyordum. Üstümü örtecek kimse yoktu. Üşüyordum. Saçmalıklar üzerime yapışmış silkelenmişim ama gitmemişler.
Beklemek sıkıcı. Yalnızlık böyle bir şey ararsın ama saçlarına dokunan kimse olmaz. Gitmek istersin ama zaten gitsen de değişen bir şey yoktur.
Kaçtığın bazen insanlar mı kendin misin aradaki ince çizgiyi çözemezsin.
hayatta öğrendiklerini gözden geçirirsin...
ben bu gece öyle yaptım işte;

bir makama gelip adam olduğunu zannedenlere yüksek sesle "hassiktir" denmesi gerektiğini,
yoksa o koltutaki zerzevatın kendini nimetten sanarak hıyarlığına bakmadan adamlık dersi vermesini izlemek zorunda kalındığını...

adam ya da kadın farketmez biri yardım istediğinde işini halettirene kadar kıçından ayrılmaıp sonrasında bir teşekkür etmeyi bile çokgördüğünü...

karın yada sevgilin bile olsa yaptığın fedakarlıkların değil de yaptığın dallamalıkların çetelesinin tutulduğunu....

kimseye gereğinden fazla değer vermemek gerektiğini, sonuçta yatağa uzunıp gözlerini karanlık tavana diktiğinde, en çok onların canını yaktığını...

intikam, her ne kadar kötüdür deseler de unutmamanın lazım olduğunu. gerektiğinde can yakmanın elzem olduğunu...

uzar...

8 Ocak 2014 Çarşamba

Bir kez sekti, iki kez, üç...

Beni düşündüren pek çok şey var. Kalabalık. Beni düşündüren çok fazla kalabalık. Ama sokağa çıktığınızda kimse sizden farklı değil. Aynı sokakta yürüyoruz, aynı havayı soluyoruz, üşümemek için giyiniyoruz, sevişmek için soyunuyoruz, hepimiz su içiyoruz. Sonra yolları bir yerden bir yere gitmek için kullanıyoruz. Durduğumuz yer farklı mekanlar da olsa aslında aynı.

Yine de izi birbirimizden ayıran hislerimiz. Ne hissettiğimiz değil ''ne kadar yoğun hissettiğimiz''dir... Taş atmak. Bir dereye, göle, denize ve okyanusa. Bir kez sekti, iki kez, üç... Kuru bir yaprağa ayna muamelesi yapmak, eski bir kitaba yatak, bir fincana hafıza muamelesi yapabilmek. Hangi aşkın ardından ihanete, melankoliye, hüzne, acıya, kırgınlığa, küskünlüğe, şiire, şiirlere, şarkılara o çılgın ve ağır şarkılara boğulursak boğulalım durduğumuz yer, soluduğumuz hava, içtiğimiz su farklıymış gibi hissettiriyor. Yanılıyor olabilirim. Bunları yazıyorken aslında kendimi yüksekten bırakıp çığlıklar atıyor olabilirim.

Sonra biri geldi, kollarımız arasında öldük. Sakinliğin gizini ve düğümünü çözdüm ben. Bunun için adam olmaya, kadın olmaya ya da bilip bilmeden sevmeye de gerek yok. Birini yeterince içeriye alıp ellerini sımsıkı tuttuğunuzda gök aynaya taş atmaya başlarsınız...  Bir kez sekti, iki kez, üç...

Kalbimde lüzumundan fazla sakinlik var.

7 Ocak 2014 Salı

"ölmeden önce herkes bekleme anları için pişman"

Bir süre alıp başımı uzaklara gitsem, şu şehirden, şu garip ülkeden uzaklaşsam; kendime bir okuma yurdu bulsam. Televizyon izlemesem, gazete okumasam, medyadan uzak dursam, yalnızca okusam, okusam. Hatta yazı da yazmasam... 

Bu düşünceler geçerken aklımdan sevgili dostum Merve "ölmeden önce herkes bekleme anları için pişman" diye bir cümle kurdu. Kafamda döndü durdu... Gitmek bekleme süresini uzatmak. Her neyse, aslında gitmek bir şeyi değiştirmeyecek. bunun acı gerçeğini de Can Yücel kendine has üslubuyla harika anlatır; 
"Bu günlerde herkes gitmek istiyor / Küçük bir sahil kasabasına / Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara… / Hayatından memnun olan yok. / Kiminle konuşsam aynı sey… / Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği. / Öyle “yanına almak istedigi üç şey” falan yok. / Bir kendisi / Bu yeter zaten. / Herşeyi, herkesi götürdün demektir.. / Keşke kendini bırakıp gidebilse insan. / Ama olmuyor. / Hani kendimizden razıyız diyelim, öteki de olmuyor. / Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor. / Böyle gidiyoruz işte. / Bir yanımız “kalk gidelim”, / öbür yanımız “otur” diyor. / “Otur” diyen kazanıyor. / O yan kalabalık zira… / İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile, / Güvende olma dugusu… / En kötüsü alışkanlık / Alışkanlığın verdiği rahatlık, / Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor. / Kalıyoruz… / Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz. / Evlenmeler… / Bir çocuk daha doğurmalar… / Borçlara girmeler… / İşi büyütmeler… / Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor. / Misal ben… / Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum. / Değil bu şehirden gitmek, / İki sokak öteye taşınamıyorum. / Alıp götürsem gelmez ki… / Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında / Herkes onu o herkesi seviyor. / Hangi birimizle gitsin? / “Sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır; / Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin / Kendi imalatımız küfeler. / Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada. / Ölüm var zira. / Ölüme inat tutunmak lazım. / Bari ufak kaçışlar yapabilsek. / Var tabi yapanlar, ama az / Sadece kaymak tabakası / Hepimiz kaçabilsek… / Bütçe, zaman, keyif… Denk olsa. / Gün içinde mesela… / Küçücük gitmeler yapabilsek. / Ne mümkün / Sabah 9, aksam 18 / Sonra başka mecburiyetler / Sıkışıp kaldık. / Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli / Bu kadar ağır olmamalı. / Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz. / Bir ömür karşılığı, bir ömür yani. / Ne saçma… / Bahar mıdır bizi bu hale getiren? / Galiba. / Ben her bahar aşık olmam ama / Her bahar gitmek isterim. / Gittiğim olmadı hiç. / Ama olsun… istemek de güzel"

Bu süreçte Can Babanın üzerine

Siddhattha Gotama'nın, Buddha olma sürecinde farkına vardığı 4 asıl gerçek hatırlamak ve tekrardan okumak gerekti; 
1- Yaşam acı çekmektir.
2- Acıların kaynağı arzularımızdır.
3- Acı çekmek yalnızca arzuların bertaraf edilmesiyle sona erdirilebilir.
4- "8 aşamalı asil yol" arzuyu bertaraf edebilir..

Gerçekten bazen insan,hayatın acı çektirdiğini düşünüyor. Acıların kaynağı da bitmeyen istek ve hayallerimiz..Bunlar olmadan da hayatın anlamı yok aslında..

8 aşamalı asil yol dedikleri; 
Doğru görüş ; İyi Niyet ; Doğru Söz ; Doğru Eylem ; Namuslu Kazanç ; Doğru Çaba ; Doğru Dikkat ; Doğru Konsantrasyon

Gitmekte asıl yolculuk kendi içimize olduğunda hayatın algılanması da görüntüsü de değişiyor. Budha'dan Can Baba'ya kadar...