"Koskoca dünyaya benim
çocuğumu mu sığdıramadılar?” 2010 yılında Bursa’da
transseksüel olduğu için öldürülen İrem Okan’ın annesine
(Melek Okan) ait, filme adını veren cümle.
"Benim Çocuğum" belgeseli,
homofobik ve transfobik bir toplumda ebeveyn, aile ve aktivist
olmanın ne demek olduğunu yeniden tanımlayan, cesur ve ilham
verici yedi anne ve babanın hikayesini anlatıyor.
"Benim Çocuğum" belgeseli,
Nilüfer Kent Konseyi'nin ev sahipliğinde ve Nilüfer Lions
Kulübü'nün desteğiyle Nazım Hikmet Kültür Evi'nde gösterildi.
Çocukları lezbiyen, gay, biseksüel, trans bireyler olan anne ve
babaların hayat hikayesini anlatan belgeselde, muhafazakâr,
homofobik, transfobik bir toplumda bir yandan aile, bir yandan da
aktivist olmanın ne anlama geldiğini yeniden tanımlanıyor.
Konuyla ilgili ebeveynlerin deneyimlerinin de aktarıldığı film
gösterimine, hikayeleri filme konu olan aileler de katıldı. Salonu
dolduran Bursa seyircisi filmin sonundaki söyleşide karşılıklı
gözyaşları içindeydi.
Filmin yönetmeni Can Candan, LİSTAG’lı
ailelerle tanışmasını şöyle anlatıyor: “Anne ve babalarla
ilk karşılaşmam 2010 yılında, nefret cinayetine kurban giden bir
trans kadının acılı annesinin sarf ettiği ‘Koskoca dünyaya
benim çocuğumu sığdıramadılar’ sözlerinin akabinde bir
konferansta oldu. Konferanstaki panelde çocukları eşcinsel ve
trans olan dört ebeveyn, son derece açık ve etkileyici bir şekilde
kendi annelik ve babalık deneyimlerini anlatıyordu. Yetişkin bir
çocuk ve aynı zamanda bir baba olarak, gözyaşları içinde onları
dinlerken, kendi benzersiz kişisel deneyimlerini anlatıyor gibi
görünmelerine rağmen, aslında her insanın kendisiyle
ilişkilendirebileceği bir şeye de değindiklerini fark ettim: Bir
insanın ailesi içinde ve toplumda kendi olma mücadelesi ve olduğu
gibi kabul edilme ihtiyacı ve isteği. Hemen orada bu filmi yapmak
istedim çünkü hikâyeleri daha çok insan tarafından
duyulmalıydı...”
Can Candan, filmini “bir aile filmi”
diye tanıttıyor, çünkü en basit haliyle söylemek istersek,
anneler babalar ve çocuklar hakkındaydı. Hatta daha çok anneler
ve babalar hakkındaydı. Her biri lezbiyen, gey, biseksüel,
travesti veya transseksüel çocukları olan bir grup anne babanın,
bu durumla yüz yüze geldiklerinde yaşadıklarını anlatıyordu.
Dahası bu insanların, çocuklarını anlamaya çalışırken yavaş
yavaş içinde yaşadıkları muhafazakar ve homofobik toplumun
ikiyüzlülüğünü fark etmelerini ve birer eylemci haline
gelmelerini hikaye ediyordu. Bu hikayelerin bazılarını dinlemesi
duygusal açıdan zordu. En ağır olanı, çocuklarına dair en
önemli gerçeği bilmediklerini fark ettiklerinde anne ve babaların
yaşadığı yabancılık duygusuydu. “Meğer benim sevgili oğlum,
aslında benim sevgili oğlum değilmiş,” diyen bir anneyi
unutamıyorum mesela. “Hep bir kızım olsun istemiştim,” diyen
babanın sesindeki acıyı da. Çocuklarının başka birer insan,
kendi kimlikleri ve hatta seçimleri olan birer birey olduğunu fark
eden ebeveynlerin duyduğu şaşkınlık ve korku vardı bu
ifadelerde. Filmin beni en çok sarsan kısmı, ergen çocuklarının
okulda yaşadıkları sorunları anlatırken anne ve babaların
sessizliklerle ve gözyaşlarıyla bölünen konuşmaları oldu.
Belli ki acılar anlatılamayacak kadar büyüktü. Kimi çocuklar
hastalanmış, kimileri okula gitmekten vazgeçmiş, bazıları
intihara kalkışmıştı. Katı eğitim sistemi, cahil okul
yönetimleri ve ayrımcılığı teşvik eden toplumsal yapı, bu
genç insanları derin bir umutsuzluğa sürüklemişti. Çocuklarının
ellerinden kayıp gittiğini düşünen anne ve babaların
çaresizliğini hissetmemek mümkün değildi. Film gösterime
girdiği ilk zamanlarda filmin, ebeveyn ve çocuk arasındaki iktidar
ilişkisini yeniden tesis eden tanıdık bir “sahiplenme”
hikayesi anlattığını söyleyenler oldu. Hatta doğası ve tarihi
itibarıyla muhalif olan LGBT hareketini, “aile kurumunun”
muhafazakarlığı içine hapsetmeye çalışan bir film olduğu da
iddia edildi. Ancak, benim izlediğim filmin bununla alakası yoktu.
Benim Çocuğum’da anlatılan, bir “sahiplenme” değil “sahip
çıkma” haliydi. Anne babalar çocuklarının önünde değil
yanında duruyordu. Üstelik, hikayenin sonunda gençler muhafazakar
bir aile düzeninin içine sıkışmıyor, tam tersine anneler ve
babalar çocuklarının mücadelesine katılıp sokaklara
dökülüyordu. Aileleri tarafından dışlanmanın,
ötekileştirilmenin, baskıya ve şiddete uğramanın ve hatta
öldürülmenin son derece reel olduğu bir toplumda, aile üzerine
böyle farklı bir film yapılması, bu açıdan filmin temel
angajmanlarından biri olarak düşünülmeli. "Bir kişinin
dahi yaşamını kurtarma" çabası, filmin genel politikası
olarak düşünülebilir. Elbette bu çabayı insancıl bir konumdan
okumamak gerekir.
Son sözü, filmin destekçilerinden,
Sosyolog akademisyen ve milletvekili Aykan Erdemir'den bir alıntıyla
bitirelim; "Türkiye'deki bütün ailelerin görmesi gereken
bir film. Bu filmi izleyen vekillerin daha doğru kararlar
vereceklerine, vicdanlarının sesini dinleme olanağı bulacaklarına
inanıyorum. Birebir görüşmelerimde dilim döndüğünce konuyu
izah etmeye çalışıyorum. Ancak şunu biliyorum ki ne akademisyen
ne de vekil olarak bir anne-baba kadar etkili anlatamam. Bu filmi
izleyen vekillerin günü geldiğinde nefret suçları, anayasada
cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği gibi konularda doğru kararı
verebileceklerine inanıyorum."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder