5 Ocak 2014 Pazar

"Benim Çocuğum" bir belgeselden daha öte...

"Koskoca dünyaya benim çocuğumu mu sığdıramadılar?” 2010 yılında Bursa’da transseksüel olduğu için öldürülen İrem Okan’ın annesine (Melek Okan) ait, filme adını veren cümle.

"Benim Çocuğum" belgeseli, homofobik ve transfobik bir toplumda ebeveyn, aile ve aktivist olmanın ne demek olduğunu yeniden tanımlayan, cesur ve ilham verici yedi anne ve babanın hikayesini anlatıyor.
"Benim Çocuğum" belgeseli, Nilüfer Kent Konseyi'nin ev sahipliğinde ve Nilüfer Lions Kulübü'nün desteğiyle Nazım Hikmet Kültür Evi'nde gösterildi. Çocukları lezbiyen, gay, biseksüel, trans bireyler olan anne ve babaların hayat hikayesini anlatan belgeselde, muhafazakâr, homofobik, transfobik bir toplumda bir yandan aile, bir yandan da aktivist olmanın ne anlama geldiğini yeniden tanımlanıyor. Konuyla ilgili ebeveynlerin deneyimlerinin de aktarıldığı film gösterimine, hikayeleri filme konu olan aileler de katıldı. Salonu dolduran Bursa seyircisi filmin sonundaki söyleşide karşılıklı gözyaşları içindeydi.

Filmin yönetmeni Can Candan, LİSTAG’lı ailelerle tanışmasını şöyle anlatıyor: “Anne ve babalarla ilk karşılaşmam 2010 yılında, nefret cinayetine kurban giden bir trans kadının acılı annesinin sarf ettiği ‘Koskoca dünyaya benim çocuğumu sığdıramadılar’ sözlerinin akabinde bir konferansta oldu. Konferanstaki panelde çocukları eşcinsel ve trans olan dört ebeveyn, son derece açık ve etkileyici bir şekilde kendi annelik ve babalık deneyimlerini anlatıyordu. Yetişkin bir çocuk ve aynı zamanda bir baba olarak, gözyaşları içinde onları dinlerken, kendi benzersiz kişisel deneyimlerini anlatıyor gibi görünmelerine rağmen, aslında her insanın kendisiyle ilişkilendirebileceği bir şeye de değindiklerini fark ettim: Bir insanın ailesi içinde ve toplumda kendi olma mücadelesi ve olduğu gibi kabul edilme ihtiyacı ve isteği. Hemen orada bu filmi yapmak istedim çünkü hikâyeleri daha çok insan tarafından duyulmalıydı...

Can Candan, filmini “bir aile filmi” diye tanıttıyor, çünkü en basit haliyle söylemek istersek, anneler babalar ve çocuklar hakkındaydı. Hatta daha çok anneler ve babalar hakkındaydı. Her biri lezbiyen, gey, biseksüel, travesti veya transseksüel çocukları olan bir grup anne babanın, bu durumla yüz yüze geldiklerinde yaşadıklarını anlatıyordu. Dahası bu insanların, çocuklarını anlamaya çalışırken yavaş yavaş içinde yaşadıkları muhafazakar ve homofobik toplumun ikiyüzlülüğünü fark etmelerini ve birer eylemci haline gelmelerini hikaye ediyordu. Bu hikayelerin bazılarını dinlemesi duygusal açıdan zordu. En ağır olanı, çocuklarına dair en önemli gerçeği bilmediklerini fark ettiklerinde anne ve babaların yaşadığı yabancılık duygusuydu. “Meğer benim sevgili oğlum, aslında benim sevgili oğlum değilmiş,” diyen bir anneyi unutamıyorum mesela. “Hep bir kızım olsun istemiştim,” diyen babanın sesindeki acıyı da. Çocuklarının başka birer insan, kendi kimlikleri ve hatta seçimleri olan birer birey olduğunu fark eden ebeveynlerin duyduğu şaşkınlık ve korku vardı bu ifadelerde. Filmin beni en çok sarsan kısmı, ergen çocuklarının okulda yaşadıkları sorunları anlatırken anne ve babaların sessizliklerle ve gözyaşlarıyla bölünen konuşmaları oldu. Belli ki acılar anlatılamayacak kadar büyüktü. Kimi çocuklar hastalanmış, kimileri okula gitmekten vazgeçmiş, bazıları intihara kalkışmıştı. Katı eğitim sistemi, cahil okul yönetimleri ve ayrımcılığı teşvik eden toplumsal yapı, bu genç insanları derin bir umutsuzluğa sürüklemişti. Çocuklarının ellerinden kayıp gittiğini düşünen anne ve babaların çaresizliğini hissetmemek mümkün değildi. Film gösterime girdiği ilk zamanlarda filmin, ebeveyn ve çocuk arasındaki iktidar ilişkisini yeniden tesis eden tanıdık bir “sahiplenme” hikayesi anlattığını söyleyenler oldu. Hatta doğası ve tarihi itibarıyla muhalif olan LGBT hareketini, “aile kurumunun” muhafazakarlığı içine hapsetmeye çalışan bir film olduğu da iddia edildi. Ancak, benim izlediğim filmin bununla alakası yoktu. Benim Çocuğum’da anlatılan, bir “sahiplenme” değil “sahip çıkma” haliydi. Anne babalar çocuklarının önünde değil yanında duruyordu. Üstelik, hikayenin sonunda gençler muhafazakar bir aile düzeninin içine sıkışmıyor, tam tersine anneler ve babalar çocuklarının mücadelesine katılıp sokaklara dökülüyordu. Aileleri tarafından dışlanmanın, ötekileştirilmenin, baskıya ve şiddete uğramanın ve hatta öldürülmenin son derece reel olduğu bir toplumda, aile üzerine böyle farklı bir film yapılması, bu açıdan filmin temel angajmanlarından biri olarak düşünülmeli. "Bir kişinin dahi yaşamını kurtarma" çabası, filmin genel politikası olarak düşünülebilir. Elbette bu çabayı insancıl bir konumdan okumamak gerekir.

Son sözü, filmin destekçilerinden, Sosyolog akademisyen ve milletvekili Aykan Erdemir'den bir alıntıyla bitirelim; "Türkiye'deki bütün ailelerin görmesi gereken bir film. Bu filmi izleyen vekillerin daha doğru kararlar vereceklerine, vicdanlarının sesini dinleme olanağı bulacaklarına inanıyorum. Birebir görüşmelerimde dilim döndüğünce konuyu izah etmeye çalışıyorum. Ancak şunu biliyorum ki ne akademisyen ne de vekil olarak bir anne-baba kadar etkili anlatamam. Bu filmi izleyen vekillerin günü geldiğinde nefret suçları, anayasada cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği gibi konularda doğru kararı verebileceklerine inanıyorum."




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder