“Uçurumun kıyısından
atlayacağım anda bir şey uzanıp beni havada yakaladı. Onu aşk
olarak tanımlıyorum. İnsanı düşmekten kurtarabilen tek şey,
yerçekimine karşı koyabilen yegâne güç.”
Manhattan’ı New Jersey’den ayıran
Hudson nehrinin batı kıyısında, Newark yakınlarında bir erkek
çocuğu dünyaya gelir. Polonya göçmeni bir Yahudi olan baba
Samuel ve anne Queenie yeni doğan oğullarına Paul adını
koyarlar. Daha önceleri ünlü mucit Edison’un ekibinde çalışan
Samuel artık mobilya ticaretiyle uğraşmaktadır. Paul okul
hayatıyla birlikte okumaya merak salar. Genç Paul on dört yaşında
iken arkadaşları ile açık alanda kamp yapmaya gider. Aniden çıkan
fırtınadan korunmak için bir yere sığınmaya çalışırlarken
hemen yakınlarına düşen bir yıldırım birkaç metre ötesindeki
arkadaşının ölümüne neden olur. Onu yaşama döndürmeye
uğraşırken gözlerinin önünde maviye dönüşen ceset, Paul
Auster’ın hayata karşı tedirgin duygular beslemesinin bir başka
önemli nedeni olacaktır. Absürd tesadüflerle, beklenmedik
olaylarla şekillenen romanların temeli belki de o dönemde
atılmıştı.
“Eğer her şeye hazır olduğunuzu
sanıyorsanız, hiçbir şeye hazır değilsinizdir.”
Paul Auster’ın kitaplarında
okurların karşısına çıkan; anlatılanlar vardır,
anladıklarımız vardır ve başka bir şeyler daha: Karmaşık,
tanımsız, absürd, varoluşsal…
“Bir hikâyenin gerçekliği
detaylarda gizlidir.”
Yazar ilk kitabını bitirdiğinde onu
basacak bir yayıncı aramaya başlar. Bir, iki, üç, beş, on…
New York kentinde tam on yedi ayrı yayınevi tarafından
reddedildikten sonra kilitli kapıyı, ayrıksı yapıtlara daha
duyarlı bir bölgeden, San Francisco’dan bir yayınevi açar. Daha
sonra New York üçlemesi adıyla ün kazanacak bu zincirinin ilk
halkası, City of Glass – Cam Kent 1985 yılında yayınlanır.
“Bunlar artık elde kalan son
şeyler, diye yazar genç kız. Bir gün gelecek , kaybolacaklar ve
asla geri dönmeyecekler.” Paul Auster’in en önemli
eserlerinden biri, In The Country of Last Things – Son Şeyler
Ülkesinde (1987) bu sözlerle başlar. Kaosun hüküm sürdüğü,
düzenin kendini yok ettiği bir adaya, kaybolan erkek kardeşini
aramaya giden on dokuz yaşındaki kız, Anna Blume, adadan ayrılan
son gemiyi göz göre göre kaçırır. Zira yazarın emir
komutasında bir felaketten öbürüne savrulan bir maceranın
kahramanı olmak gibi bir görevi vardır. Hiçliğin, anlamsızlığın
sözcüklere dökülmeden anlatıldığı bu fantastik hikâyenin
canlı şahidi olma görevi de okurlara verilmiştir.
Kurgularında sürekli karşımıza
çıkan belirsizlikler, tesadüfler, gerçek hayatında da benzer
rolleri oynamaktadır. Bu koşturma bittiğinde, aslında sakin ve
yalnız bir hayatı tercih eden yazar yeniden Brooklyn’deki evine
geri dönüp yazı masasının başına geçecektir. Eserlerinin
neredeyse tümü Türkçeye çevrilen Auster, kitaplarının
Amerika’dan çok Avrupa’da satmasından şikâyet etmek yerine
bunun kendisi için daha büyük bir anlam ifade ettiğini
söylemekten geri durmaz. Ülkesinde kendisi hakkında çıkan
eleştirileri ciddiye almasa da bu durumdan hoşlanmadığını,
içinde yaşadığı toplumun beklentilerini karşılamak gibi bir
görevinin de olmadığını savunur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder