17 Ocak 2014 Cuma

Paul Auster: Yazmanın dehası labiretlerde gizli


Uçurumun kıyısından atlayacağım anda bir şey uzanıp beni havada yakaladı. Onu aşk olarak tanımlıyorum. İnsanı düşmekten kurtarabilen tek şey, yerçekimine karşı koyabilen yegâne güç.”
Manhattan’ı New Jersey’den ayıran Hudson nehrinin batı kıyısında, Newark yakınlarında bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Polonya göçmeni bir Yahudi olan baba Samuel ve anne Queenie yeni doğan oğullarına Paul adını koyarlar. Daha önceleri ünlü mucit Edison’un ekibinde çalışan Samuel artık mobilya ticaretiyle uğraşmaktadır. Paul okul hayatıyla birlikte okumaya merak salar. Genç Paul on dört yaşında iken arkadaşları ile açık alanda kamp yapmaya gider. Aniden çıkan fırtınadan korunmak için bir yere sığınmaya çalışırlarken hemen yakınlarına düşen bir yıldırım birkaç metre ötesindeki arkadaşının ölümüne neden olur. Onu yaşama döndürmeye uğraşırken gözlerinin önünde maviye dönüşen ceset, Paul Auster’ın hayata karşı tedirgin duygular beslemesinin bir başka önemli nedeni olacaktır. Absürd tesadüflerle, beklenmedik olaylarla şekillenen romanların temeli belki de o dönemde atılmıştı.
Eğer her şeye hazır olduğunuzu sanıyorsanız, hiçbir şeye hazır değilsinizdir.”
Paul Auster’ın kitaplarında okurların karşısına çıkan; anlatılanlar vardır, anladıklarımız vardır ve başka bir şeyler daha: Karmaşık, tanımsız, absürd, varoluşsal…

Bir hikâyenin gerçekliği detaylarda gizlidir.”

Yazar ilk kitabını bitirdiğinde onu basacak bir yayıncı aramaya başlar. Bir, iki, üç, beş, on… New York kentinde tam on yedi ayrı yayınevi tarafından reddedildikten sonra kilitli kapıyı, ayrıksı yapıtlara daha duyarlı bir bölgeden, San Francisco’dan bir yayınevi açar. Daha sonra New York üçlemesi adıyla ün kazanacak bu zincirinin ilk halkası, City of Glass – Cam Kent 1985 yılında yayınlanır.

Bunlar artık elde kalan son şeyler, diye yazar genç kız. Bir gün gelecek , kaybolacaklar ve asla geri dönmeyecekler.” Paul Auster’in en önemli eserlerinden biri, In The Country of Last Things – Son Şeyler Ülkesinde (1987) bu sözlerle başlar. Kaosun hüküm sürdüğü, düzenin kendini yok ettiği bir adaya, kaybolan erkek kardeşini aramaya giden on dokuz yaşındaki kız, Anna Blume, adadan ayrılan son gemiyi göz göre göre kaçırır. Zira yazarın emir komutasında bir felaketten öbürüne savrulan bir maceranın kahramanı olmak gibi bir görevi vardır. Hiçliğin, anlamsızlığın sözcüklere dökülmeden anlatıldığı bu fantastik hikâyenin canlı şahidi olma görevi de okurlara verilmiştir.
Kurgularında sürekli karşımıza çıkan belirsizlikler, tesadüfler, gerçek hayatında da benzer rolleri oynamaktadır. Bu koşturma bittiğinde, aslında sakin ve yalnız bir hayatı tercih eden yazar yeniden Brooklyn’deki evine geri dönüp yazı masasının başına geçecektir. Eserlerinin neredeyse tümü Türkçeye çevrilen Auster, kitaplarının Amerika’dan çok Avrupa’da satmasından şikâyet etmek yerine bunun kendisi için daha büyük bir anlam ifade ettiğini söylemekten geri durmaz. Ülkesinde kendisi hakkında çıkan eleştirileri ciddiye almasa da bu durumdan hoşlanmadığını, içinde yaşadığı toplumun beklentilerini karşılamak gibi bir görevinin de olmadığını savunur.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder