Hep anlamlar yükleriz bazı
şeylere...Örneğin yeni yıl da , yenilikleri, umutları
bağladığımız alışkanlıklarımızdan sadece bir tanesi. Oysa
çok iyi biliriz ki zaman dediğimiz kavram bildiği hızla, bildiği
gibi devam ediyor. Tanımlanamayacak kavramlardan bir tanesidir
zaman. Eğer zorunlu olarak bir tanımlaması yapılacaksa insan
algısını işin içine katmak zorundayız.Lhasa de Sela güzel
sesiyle paylaşacak daha çok şarkı varken, her ölüm erkendir
biliyorum; ama bazıları çok erken oluyor, 37 yaşında göğüs
kanserine yenik düştü... 1 Ocak 2010’da gece yarısında hemen
önce son nefesini veren sanatçı, göğüs kanserine karşı
verdiği savaşı ne yazık ki kaybetti.
Dünya üzerindeki her şeyin çok
rahat taklit edilebilir duruma gelmesinin üzücü bir durum olduğunu
görmek. On beş saniyelik bir toplumsal hafıza ve sonsuz tüketim
seçeneği içinde kendimizi kaybedip, önlerimize sunulu gelen her
hayatı bizim sanmamız tek kelime ile korkutucu. Herkesin kendi
ruhuna giydirmeye çalıştığı gömleğin, kendinden başka hiç
kimse olmayan birine ait olması ise hayatta gerçekleşen her şeyin
kendi ironisini cebinde taşıdığının net bir göstergesi.
Çocukluğunu tüm ailesi ile beraber
bir otobüste göçebe hayatı yaşayarak geçiren, sirklerde
dolaşan, doğumunda bile mekansız olan bir kadının anlattığı
yol hikayelerini dinlerken, hepsinin de olabildiğine gerçek,
olabildiğine organik, ilk elden aktarılan hikayeler olduğunu
görüyoruz. Hızla ilerleyen otobüsün penceresinden görülenler
kadar flu bir ahenk içerisinde ilerleyen sesi o kadar fazla durağın
puslu hatırasını saklıyor ki... Eşsiz orijinallikte Aztek
mitolojisinden etkilenen parçalardan oluşan ilk albümünü “La
Llorona”yı tamamen İspanyolca olarak evinin mutfağında kaydeden
Lhasa, bu albümü ile Kanada’da bravo seslerinin altında ayakta
alkışlandı. Okuduğu Fredico Garcia-Lorca şiirlerinden, Latin
folklor ve Avrupa Çingene müziğinden oldukça etkilenerek yazdığı
“La Llorona”, Dünya Müziği severler tarafından bol
çeşitliliğinden dolayı bir kategoriyle sınıflandırılamadı.
Çok dilli sofistike kalabalığa hitap etmeye başlayan Lhasa,
zamanla Bob Dylan, Leonard Cohen ve Edit Piaf gibi sanatçıların
şiirselliği ile kıyaslanarak daha geniş kitleleri cezp etmeye
başladı.1997 yılında “La Llorona” albümü Kanada ve
Fransa’da altın plağa uzandı ve Kanada’daki en iyi dünya
müziği albüm unvanı ile 1998 yılında Juno ödülü ile
taçlandırıldı. Kazanılan ödülle birlikte Lhasa bir anda global
müzik camiasında tanınan bir sanatçı oldu ve bununla birlikte
doğal olarak açılan şöhret kapısı onun bir anda dünya
müzisyenleri arasında yer almasına neden oldu.
Öncelikle hayatta kendi serüveninin
yaşanmasına inanan sanatçı ikinci albümünü dört yıl
kendisini sirk performansı ile ilgilenen kız kardeşlerinin yanında
izole ettikten sonra kaydetti. Bu sirk ile nerdeyse tüm Avrupa’yı
dolaşan Lhasa, 2003 yılında karşımıza ana teması seyahat
üzerine kurulmuş olan “The Living Road” albümü ile çıktı.
Her şarkının bir macera, öykü, ufak bir film olduğunu söyleyen
Lhasa, bu yeni çalışması ile dinleyenlerin karşısına bu defa
İspanyolcanın yanı sıra İngilizce ve Fransızca parçalar
ekleyerek çıktı. Üçüncü albümü ise hastalığına denk geldi
ancak sanatçının azmi ile 2009 ortalarında “Lhasa” adlıyla
raflarda yerini aldı. Dünya Müziği severler olarak hep albüm
bulmakta zorlandığımız ülkemizde ne mutlu ki söz konusu üç
albümü de bulma imkânımız var.
Söz konusu üç albüm dünya çapında
bir milyon üzerinde satış grafiği yakalayarak Lhasa’ya özel ve
kült bir hayran kitlesi yarattı. Kendine has ses skalası, sahne
duruşu (14 Temmuz 2005 akşamı Sepetçiler Kasrı’nın muhteşem
manzarası eşliğinde kendisini İstanbul’da misafir etmiştik),
pek çok ülkede Lhasa’ya ikonik bir konum sağladı. Lhasa’nın
şarkılarının eli hep bavulludur. Sürekli bir yolda olma hali
hâkimdir müziğine, zamanı umursamayan, hüzünlü, derin
sözlerin, töresel müzik eşliğinde evlendiği enstrümanların
bir şöleni olarak tarih sayfalarında devamı gelmemek üzere
yerini alıyor artık ne yazık ki… her ölüm erkendir biliyorum
Tanrım; ama bazıları çok erken oluyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder