3 Ocak 2014 Cuma

Yüzümüzü bir maske gibi takacağız yüreğimize, içindekini görmesinler diye…


Kadın merdivenleri çıkıyordu, adam duştayken. Yavaş ve de bir yere ulaşma amacı gütmeyen adımlarla tırmanıyordu basamakları. Hayatı boyunca yaptığı gibi. Islak montunu silkeledi. “Bu kadar çok mu oldu buradan ayrılalı” diye düşündü… sanki yıllardır gelmemişti… ama biliyordu, ikisi aramışlardı bu evi, beraber boyamışlardı duvarlarını ve o duvarların arasında olmuştu en şehvetli geceleri… “bu kadar uzun zaman önce miydi?” Kapıya geldiğinde o eski paspası gördü hoş geldiniz yazan.
Yıllar boyunca anahtarıyla açmaya alışık kapıyı çalmanın bu kadar zor olacağı aklına gelmemişti. Üşüyen parmakları zile uzandı, sonra geri çekildiler, yaşaran gözlerinden akan bir damlayı sildi. “soğuktandır” dedi. Çantasından aynasını çıkardı, yorgun gözlerle genç simasına baktı. Alışıktı güçlüymüş gibi yapmaya. “artık yapamıyoruz” derken de adama, güçlü durmuştu karşısında. Başını salladı “boş ver” dercesine, aynaya bir kez daha baktı, en pazarlamacı gülümseyişini taktı yüzüne. Düşündüklerini zihninin derin çekmecelerine kilitledi. Omurgasını dikleştirdi. Sözünü tutmaya gelmişti… hazırdı… uzandı tekrar parmaklar zile. kendi seçtiği zilin mekanik kanarya sesini duyunca istemsiz bir gölge geçti yüzünden. Sadece an sonra kayboldu, içeriden gelen müziğin ne olduğun çıkarmaya çalıştı…

Adam zilin sesini ikinci çalışında fark etti. Aslında kimseyi beklemiyordu. Bu günü evde geçirmek istemişti, tek başına… havlusunu beline sardığı gibi ıslak adımlarla kapıya yöneldi. Koridorda yürürken gördüğü manzara resmine iç geçirerek baktı tekrar. Emekli olunca yerleşmeyi hayal ettikleri ada… Santorini… gülümsedi… artık çok uzak bir hayaldi. Bunları düşünürken kendini kapıyı açarken buldu. Kapının arkasına gövdesini saklayarak araladı kapıyı. Karşısında o vardı. Sekiz aydır görmediği tanıdık ve bir o kadar da uzak olan yüz. Şaşkınlığının geçmesi için gözlerini kapatıp tekrar açtı. Oradaydı. İşten eve döner gibi normal bir halde, o alışılagelmiş sıcak ve davetkar gülümsemesiyle, biraz ıslak, biraz değişmiş bir haldeydi ama oradaydı.
Kapıda olması ne kadar şaşırtıcıysa güzelliği de o kadar baş döndürücü gelmişti adama. “Bir saniye” diyerek içeriye girdi. Üzerine bulduğu ilk tişörtü geçirdi, bir eşofman altını da bacaklarına. Kapıya döndüğünde kadın içeri girmiş montunu asıyordu. Davetsiz, teklifsiz… ilk anda saçlarının uzamış ve de renginin değişmiş olduğu çarptı gözüne. Yıllarca daha kısa saçla görmeye alışkındı oysa… “güzel olmuş” dedi içinde bir çocuk sesi. “Sus” dedi ona daha büyük başka bir ses. Merhaba demediğini fark etti. Acaba kadın demiş miydi? Duymamış olabileceği aklına geldi birden. Sıkılgan bir sesle “Merhaba.”

Zili çaldığında içeriden gelen müzik sesi onun evde olduğunun belirtisiydi. Adamın sessizliği sevmediğini bilirdi. Bekledi, ardından tekrar uzandı zile. Yine o metal kanarya ötüşü… bu sefer hiçbir şey hissetmiyordu. “Neydi çalan şu şarkı. Oysa çok tanıdık”. İçeriden bir kapı sesi… kapıya yaklaşan ayak sesleri…
Kapı açıldı, “kim o” bile demeden? “Ah o küçük çocuk” diye geçirdi içinden kadın. Her zaman olduğu gibi umarsızca açtı kapıyı. Kadın adamın sırılsıklam halini görünce beklenmediğini fark etti ve bunu fark ettirmemek için de çabaladı. “Merhaba” dedi. Adam “bir saniye” diyerek içeri girişin solundaki odaya daldı. Kapı aralıktı. Üşümüş bir halde beklemek istemedi ve içeri süzüldü. Montunu çıkarıp kapının yanındaki askıya astı. Saçlarını havalandırdı. Arkasını döndüğünde adam gayet pazar sabahı haliyle ona bakıyordu. “Merhaba” dedi adam. Kadın “sana da” demekle yetindi… ezbere adımlarla koridoru geçti, sağa göz ucuyla baktı ve hiç duraklamadan sola dönerek oturma odasına girdi.

Adam bir anlık boşluğun ardından peşinden gitti kadının. Koridorun sonunda sağda yatak odasının kapısının açık olduğunu görerek onu kapattı ve karşıya oturma odasına doğru ilerledi. İçeri girdiğinde kadın pencerenin önünde durmuş bahçeyi izliyordu. Giriş katı olmasına rağmen bu evi çok severek tutmuşlardı. Evi ilk görmeğe geldiklerinde içerideki ev sahibi şu an bakmakta olduğu yerden manzarayı göstermişti. O zaman yaz aylarının başlarındaydılar. Havada bir aydınlık vardı. Huzur doluydu. Şimdi ise sonbaharın en kasvetli zamanları. Güneş küsmüş, yüzünü gizliyor bulutların ardına. Yağmur insanı bunalıma sevk ediyor. Orhan Veli’nin şiirinden bir mısra geldi adamın aklına “içkiye benzer bir şey var bu havada…” Adam açık olan bilgisayardan müziğin sesini kıstı. “Bir şey içer misin?”

Kadının canı deliler gibi içki içmek istiyordu, mutlu oldukları uzak geçmişlerindeki gibi. Yine de “kahve” istedi. “Sade ve şekersiz olsun mümkünse” diye de ekledi. Sonra adamın “hatırlıyorum” demesiyle adama döndü. “Haklısın…”
Adamın odadan çıkışını izledi. İlk tanıştıkları gündeki gibi kırılgan duruyordu. Ayrılmalarına neden olan hoyratlıkları yapanın bu adam olabileceğine inanamadı birden. Ne de olsa onu ilk tanıdığı günkü kadar çocuksuydu davranışları. Umursamazlığı ve de çocuk olarak kalmayı seçişi onun bu hayattaki en kayda değer kararıydı. Odanın şekli nasıl hatırlıyorsa öyleydi, sadece biraz daha kirli… müziği tekrardan fark etti. Hala aynı sesti. Ama farklı bir şarkı söylüyordu bu sefer. Kadının dilinin ucundaydı söyleyen ama bir türlü bulamıyordu. Bilgisayara doğru eğildi, media playera baktı. Sadece track yazıyordu.

Adam koridordan elinde tepsiyle oturma odasına döndüğünde kadını bilgisayarın başına çökmüş buldu. İçeri girerken kadın adamı fark ederek ayağa kalktı. Adam elindeki tepsiden kahve fincanını uzattı kadına. Sonra bir an göz ucuyla bilgisayarının ekranına göz attı. Masa üzerinde media player açıktı sadece… kendi fincanını da alarak tekli koltuğun ucuna oturdu. Kadının etrafa bakınışını ve çekyata oturuşunu izledi. Oturduğu yerde öne doğru eğildi, kollarını dizlerinin üzerine koydu, elindeki fincanı avuçlarında hissederek güç almaya çalışıyor, kahvenin derin karanlığına bakıyordu. “Bugün Pazar… Neden burada şimdi bu? Ne istiyor? Çok güzel olmuş. Kokusu hala aynı. Dinlenmek istiyordum. “ aklından bir sürü soru geçiyordu. Oysa hem soruları hem de yorumları bastırmaya çalışıyordu…

Adamın içeri girişi kadını yanlış bir şeyler yaparken yakalanmış birinin tanıdığı o garip mahcubiyete sürükledi. “Acaba ne yaptığımı sandı” diye kalktı. Adam odanın içine elinde tepsiyle gelmiş, kahve fincanını ona doğru uzatıyordu. Başıyla teşekkür ederek aldı fincanı. “fincan yeni, hatırlamıyorum” diye düşündü. Adamsa tekli koltuğun kenarına ilişmişti. Döndü ve çekyata oturdu. sıkıntılı olduğunda yaptığı gibi parmak uçlarını yere topuklarını da çekyata bastırdı. Sanki bir şey olursa fırlamaya hazırmışçasına tetikte ve gergin bir oturtuştu… adamın da en az onun kadar gergin olduğunu anlayabiliyordu oturuşundan. “Söyleyen kim? Sen geldiğinde ona bakıyordum.”

Kadının sesiyle başını kaldırdı adam. Aklındaki düşünceleri savuşturdu. Otomatik bir sesle yanıt verdi. “Norah JONES. Pazar sabahları için en ideali. Huzurlu bir ses…” sonra başını yine kahve fincanına eğdi. Kahvenin sert kokusu odayı doldurmuştu. Bir yudum aldı kahveden. “Nasılsın, görüşmeyeli beri?” dediğine inanamadı birden? Aylardı görüşmüyorlardı. Ve sanki hiç bir şey olmamış gibi bir sabah evlerinde - evinde kahve içiyor. Adam terk edilmenin verdiği kırklığı tekrar içinde hissetti. Tekrar çatladı kaynamaya başlayan yerler. “neler yaptın?”




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder