Kadın
merdivenleri çıkıyordu, adam duştayken. Yavaş ve de bir yere
ulaşma amacı gütmeyen adımlarla tırmanıyordu basamakları.
Hayatı boyunca yaptığı gibi. Islak montunu silkeledi. “Bu
kadar çok mu oldu buradan ayrılalı”
diye düşündü… sanki yıllardır gelmemişti… ama biliyordu,
ikisi aramışlardı bu evi, beraber boyamışlardı duvarlarını ve
o duvarların arasında olmuştu en şehvetli geceleri… “bu
kadar uzun zaman önce miydi?” Kapıya
geldiğinde o eski paspası gördü hoş geldiniz yazan.
Yıllar
boyunca anahtarıyla açmaya alışık kapıyı çalmanın bu kadar
zor olacağı aklına gelmemişti. Üşüyen parmakları zile uzandı,
sonra geri çekildiler, yaşaran gözlerinden akan bir damlayı
sildi. “soğuktandır”
dedi. Çantasından
aynasını çıkardı, yorgun gözlerle genç simasına baktı.
Alışıktı güçlüymüş gibi yapmaya. “artık
yapamıyoruz” derken de
adama, güçlü durmuştu karşısında. Başını salladı “boş
ver” dercesine, aynaya
bir kez daha baktı, en pazarlamacı gülümseyişini taktı yüzüne.
Düşündüklerini zihninin derin çekmecelerine kilitledi.
Omurgasını dikleştirdi. Sözünü tutmaya gelmişti… hazırdı…
uzandı tekrar parmaklar zile. kendi seçtiği zilin mekanik kanarya
sesini duyunca istemsiz bir gölge geçti yüzünden. Sadece an sonra
kayboldu, içeriden gelen müziğin ne olduğun çıkarmaya çalıştı…
Adam
zilin sesini ikinci çalışında fark etti. Aslında kimseyi
beklemiyordu. Bu günü evde geçirmek istemişti, tek başına…
havlusunu beline sardığı gibi ıslak adımlarla kapıya yöneldi.
Koridorda yürürken gördüğü manzara resmine iç geçirerek baktı
tekrar. Emekli olunca yerleşmeyi hayal ettikleri ada… Santorini…
gülümsedi… artık çok uzak bir hayaldi. Bunları düşünürken
kendini kapıyı açarken buldu. Kapının arkasına gövdesini
saklayarak araladı kapıyı. Karşısında o vardı. Sekiz aydır
görmediği tanıdık ve bir o kadar da uzak olan yüz. Şaşkınlığının
geçmesi için gözlerini kapatıp tekrar açtı. Oradaydı. İşten
eve döner gibi normal bir halde, o alışılagelmiş sıcak ve
davetkar gülümsemesiyle, biraz ıslak, biraz değişmiş bir
haldeydi ama oradaydı.
Kapıda
olması ne kadar şaşırtıcıysa güzelliği de o kadar baş
döndürücü gelmişti adama. “Bir
saniye” diyerek içeriye
girdi. Üzerine bulduğu ilk tişörtü geçirdi, bir eşofman
altını da bacaklarına. Kapıya döndüğünde kadın içeri girmiş
montunu asıyordu. Davetsiz, teklifsiz… ilk anda saçlarının
uzamış ve de renginin değişmiş olduğu çarptı gözüne.
Yıllarca daha kısa saçla görmeye alışkındı oysa… “güzel
olmuş” dedi içinde bir
çocuk sesi. “Sus”
dedi ona daha büyük başka bir ses. Merhaba demediğini fark etti.
Acaba kadın demiş miydi? Duymamış olabileceği aklına geldi
birden. Sıkılgan bir sesle “Merhaba.”
Zili
çaldığında içeriden gelen müzik sesi onun evde olduğunun
belirtisiydi. Adamın sessizliği sevmediğini bilirdi. Bekledi,
ardından tekrar uzandı zile. Yine o metal kanarya ötüşü… bu
sefer hiçbir şey hissetmiyordu. “Neydi
çalan şu şarkı. Oysa çok tanıdık”.
İçeriden bir kapı sesi… kapıya yaklaşan ayak sesleri…
Kapı
açıldı, “kim o”
bile demeden? “Ah o küçük
çocuk” diye geçirdi
içinden kadın. Her zaman olduğu gibi umarsızca açtı kapıyı.
Kadın adamın sırılsıklam halini görünce beklenmediğini fark
etti ve bunu fark ettirmemek için de çabaladı. “Merhaba”
dedi. Adam “bir saniye”
diyerek içeri girişin
solundaki odaya daldı. Kapı aralıktı. Üşümüş bir halde
beklemek istemedi ve içeri süzüldü. Montunu çıkarıp kapının
yanındaki askıya astı. Saçlarını havalandırdı. Arkasını
döndüğünde adam gayet pazar sabahı haliyle ona bakıyordu.
“Merhaba”
dedi adam. Kadın “sana
da” demekle yetindi…
ezbere adımlarla koridoru geçti, sağa göz ucuyla baktı ve hiç
duraklamadan sola dönerek oturma odasına girdi.
Adam
bir anlık boşluğun ardından peşinden gitti kadının. Koridorun
sonunda sağda yatak odasının kapısının açık olduğunu görerek
onu kapattı ve karşıya oturma odasına doğru ilerledi. İçeri
girdiğinde kadın pencerenin önünde durmuş bahçeyi izliyordu. Giriş katı olmasına rağmen bu evi çok severek
tutmuşlardı. Evi ilk görmeğe geldiklerinde içerideki ev sahibi şu an bakmakta
olduğu yerden manzarayı göstermişti. O zaman yaz aylarının
başlarındaydılar. Havada bir aydınlık vardı. Huzur doluydu.
Şimdi ise sonbaharın en kasvetli zamanları. Güneş küsmüş,
yüzünü gizliyor bulutların ardına. Yağmur insanı bunalıma
sevk ediyor. Orhan Veli’nin şiirinden bir mısra geldi adamın
aklına “içkiye benzer
bir şey var bu havada…”
Adam açık olan bilgisayardan müziğin sesini kıstı. “Bir
şey içer misin?”
Kadının
canı deliler gibi içki içmek istiyordu, mutlu oldukları uzak
geçmişlerindeki gibi. Yine de “kahve”
istedi. “Sade ve şekersiz olsun
mümkünse” diye de
ekledi. Sonra adamın “hatırlıyorum”
demesiyle adama döndü. “Haklısın…”
Adamın
odadan çıkışını izledi. İlk tanıştıkları gündeki gibi
kırılgan duruyordu. Ayrılmalarına neden olan hoyratlıkları
yapanın bu adam olabileceğine inanamadı birden. Ne de olsa onu ilk
tanıdığı günkü kadar çocuksuydu davranışları. Umursamazlığı
ve de çocuk olarak kalmayı seçişi onun bu hayattaki en kayda
değer kararıydı. Odanın şekli nasıl hatırlıyorsa öyleydi,
sadece biraz daha kirli… müziği tekrardan fark etti. Hala aynı
sesti. Ama farklı bir şarkı söylüyordu bu sefer. Kadının
dilinin ucundaydı söyleyen ama bir türlü bulamıyordu.
Bilgisayara doğru eğildi, media playera baktı. Sadece track
yazıyordu.
Adam
koridordan elinde tepsiyle oturma odasına döndüğünde kadını
bilgisayarın başına çökmüş buldu. İçeri girerken kadın
adamı fark ederek ayağa kalktı. Adam elindeki tepsiden kahve
fincanını uzattı kadına. Sonra bir an göz ucuyla bilgisayarının
ekranına göz attı. Masa üzerinde media player açıktı sadece…
kendi fincanını da alarak tekli koltuğun ucuna oturdu. Kadının
etrafa bakınışını ve çekyata oturuşunu izledi. Oturduğu yerde
öne doğru eğildi, kollarını dizlerinin üzerine koydu, elindeki
fincanı avuçlarında hissederek güç almaya çalışıyor,
kahvenin derin karanlığına bakıyordu. “Bugün
Pazar… Neden burada şimdi bu? Ne istiyor? Çok güzel olmuş.
Kokusu hala aynı. Dinlenmek istiyordum. “ aklından
bir sürü soru geçiyordu. Oysa hem soruları hem de yorumları
bastırmaya çalışıyordu…
Adamın
içeri girişi kadını yanlış bir şeyler yaparken yakalanmış
birinin tanıdığı o garip mahcubiyete sürükledi. “Acaba ne
yaptığımı sandı” diye kalktı. Adam odanın içine elinde
tepsiyle gelmiş, kahve fincanını ona doğru uzatıyordu. Başıyla
teşekkür ederek aldı fincanı. “fincan
yeni, hatırlamıyorum”
diye düşündü. Adamsa tekli koltuğun kenarına ilişmişti. Döndü
ve çekyata oturdu. sıkıntılı olduğunda yaptığı gibi parmak
uçlarını yere topuklarını da çekyata bastırdı. Sanki bir şey
olursa fırlamaya hazırmışçasına tetikte ve gergin bir
oturtuştu… adamın da en az onun kadar gergin olduğunu
anlayabiliyordu oturuşundan. “Söyleyen
kim? Sen geldiğinde ona bakıyordum.”
Kadının
sesiyle başını kaldırdı adam. Aklındaki düşünceleri
savuşturdu. Otomatik bir sesle yanıt verdi. “Norah
JONES. Pazar sabahları için en ideali. Huzurlu bir ses…” sonra
başını yine kahve fincanına eğdi. Kahvenin sert kokusu odayı
doldurmuştu. Bir yudum aldı kahveden. “Nasılsın,
görüşmeyeli beri?”
dediğine inanamadı birden? Aylardı görüşmüyorlardı. Ve sanki
hiç bir şey olmamış gibi bir sabah evlerinde - evinde kahve
içiyor. Adam terk edilmenin verdiği kırklığı tekrar içinde
hissetti. Tekrar çatladı kaynamaya başlayan yerler. “neler
yaptın?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder