21 Ocak 2014 Salı

Allofilya ve Puslu Kıtalar Atlası'na başka bir bakış...

Geri kalmış diyarların zihinsel gelişim süreci falsulye bitkisiyle benzeş olan memleket hallerinden biridir terminolojik tabiriyle "Allofilya" ya da Türkçe mealiyle "Yabancı Kültür Hayranlığı". Bu zavallı fasulyecikler, kültürel farkındalıklarını ve ukalalıklarını dile getirebilmek için yerli eserleri küçümser bir havada görünerek, "ah efendim be de onu hiç bilmem. çok banal geliyor. zaten genelde yabancı kitap/film/müzik, okuyor/izliyor/dilliyorum..." derler. 
Sorduğunuzda kıstaslayabilecek eserler hakkındaki bilgileri de anca buzdolabınızın sebzeliğindeki taze fasulye seviyesidir. Peki nedir bu hayranlık durumu öyle ise. Elluard iyi yazar da Turgut Uyar az mı ondan? Nazım'dan neleri okudun ya da Sebahattin Ali'den? Mehmet Akif'ten İstiklal Marşı dışında bir şey okudun mu? Safahat'ı hiç okudun mu gerçekten? Peyami Safa'nın Cingöz Recaisi'ni bilmiyorsan sen nasıl Agatha Christie okursun ki? Münir Nurettin'den ya da Timur Selçuk'tan Beni Kör Kuyular'da Merdivensiz Bıraktın'ı dinledin de mi masandaki içki kadehine fon olsun diye Tom Waits açıyorsun? (ki burada Tom Waits bendenizin en sevdiği şarkıcılardan biri olup, lafı kimseye sokmamak babında kendimden yola çıktım). Al Pachino dehşet oyuncudur da, Münir Özkul az mıdır? Şartlar tam tersi olsa kim kimin yerinde olurdu? boşverin de bir Adile Naşit kahkahası var mı Hollywood'dan Bollywood'a?

Şayet bir dili ana dilinden okuyamıyorsanız, dinleyemiyorsanız ya da izleyemiyorsanız; hayranlığınız sadece çevirmenin vijdan - cüzdan - bilgi üçgenine verdiği sıralamasına kadardır. Bu memleket Shakespeare'yi katledenler, hatta mezarında taklalar attıran kifayetsiz çevirmenler de gördü. Ya da aylak kaldığından oturup Sarah Kane çeviren, Salinger'den Shakespeare'e kadar işler yapan dehşet yaratıcı kalemler de... Bir de kendi deyimiyle İngilizce'den Canca'ya çeviren Can Yücel'e de bir selam sarkıtmak farzdır.
Velhasıl kelam söze neden burada başladım? Sevgili arkadaşım Özlem ile kitap sanat vesaire sohbetleri arasında konusu açılan bir İhsan Oktay Anar ve eserlerinden yola çıktım. Tolkien'den bahsederken fantastik edebiyatta gözümüzün önünde es geçtiğimiz, fasulyesel beğenimizle burun kıvırdığımız kitaplarından bahsetmeden olmayacaktı ki, Puslu Kıtalar Atlası’nın büyüsüne kapılan naçizane okurlardan biri de bendim. İlk çıktığı yıllarda okumuş olan şanslılardan biriyim bu kitabı. sonrasında da 3 - 4 defa daha okudum.
ilk basımınıdan (1995) geçen 19 yılın ardından geç midir, değil midir bilemeyeceğim fakat bir şeyler karalama niyeti içerisindeyim.
Kitap sizi öyle bir dünya içerisine sokuyor ki; hayat kadar gerçek, masal kadar hayali bir mevzuatın içerisinde vuku buluyorsunuz.
İhsan Oktay Anar her yazdığı romanı öncesinde yaptığı geniş araştırmalarıyla meşhur bir yazar. Bundan sebep kitaplarında, seçtiği konu üslubunca kelimelerden bazılarının anlaşılması namümkün.
Meraklıları şüphesiz kelimelerin anlamlarını birer birer sözlük karıştırıp buluyorlardır diye düşünüyorum. Buna binaen Anar seçtiği kelimeleri cümle ve konu içerisinde öyle kullanıyor ki, kelime anlamını bilmeseniz de olaya hakim olabiliyor, kelimenin anlamını bilincinizde şekillendirebiliyorsunuz.
Kolaycılığa kaçan okurlar için Puslu Kıtalar Atlasının konusunu burada yazmak istemiyorum, çünkü internette araştırdığınızda bir ton özet zaten görebilirsiniz.
Bence İhsan Oktay Anar şüphesiz post-modern Türk romanının en önemli yapı taşlarından biri. Bir Türk’ün, hayal gücünü yoğurup, kelimelere dans ettirmesiyle ortaya çıkan bir eserin tanıtımı bu. İşte sözün kilitlendiği yere geldik. Neden mi? Çünkü İhsan Oktay Anar öyle bir kitap yazmış ki, okurken sayfalar parmaklarınızdan kayarak aksa da anlatırken dilinize kilit vuruyor. Bu kitabı anlatmak o kadar zor ki… Öncelikle ilginç bir ayrıntıyla başlayalım. Kitabın kapağındaki her bir kahraman kitap içinde geçiyor. Bu çok güzel ve bir o kadar da ilginç bir ayrıntı. Kitabı okudukça dönüp kapağa bakarsanız anlatılan bir karakteri mutlaka orada bulacaksınızdır. İhsan Oktay Anar’ın şöyle bir tarzı var, hiç kimse tamamen başkarakter değil. Yan karakterlerini süslemiş ve detaylarla sizi oldukça eğlendirmiş bir yazar. Kullandığı üslubu ve tarzıyla tamamen kendine özgü. Kitap öyle güzel ve öyle sürükleyici ki, okurken yazarın hayal gücüne ve detaylarda oluşturduğu farklı minik hikâyelere hayran kalacaksınız. Ayrıca, kendi ülkemizin ve tarihimizin, içinde barındırdığı farklı etnik dokuları, güzelliklerini ve en önemlisi bizi biz yapan olguları tatmak eşsiz bir duygu. Kitabın türü için “tarihi-fantastik” diyorlar. Doğru da. Kitaba ilk başladığımda “Neresi fantastik bunun?” demiştim, ama okudukça neden “fantastik” sıfatını da kazandığını anlıyoruz.Her bir karakterin, ister en önemlisi ister yoldan geçen adam, kendine has bir öyküsü var. Yazara neden, bazı kesimlerce “Türkiye’nin Tokien’i” dendiğini ise kitap bitince anlıyoruz. Kendisi yeni ırklar, yeni diller yaratmasa da, var olandan yeni bir anlatım tarzı ve yeni bir hayal gücü düzeni oluşturmuş.
İhsan Oktay Anar’ın zekâsına, kurgusuna ve anlatımına hayran olacaksınız.
Eh bir de Anar'ın kitaplarında var olmayan kadın karakterler ve kadınsız romancı olayına da değinmek gerek.
Biraz magazinsel boyutuyla yaklaşırsak, kendisine bu durum sorulduğunda İhsan Oktay Anar şu cevabı veriyor: “Pek çok romanda pek çok şey yoktur. Romanlarımda kadın yok. Ama ‘zebra’ da yok, ‘bengal kaplanı’ da, ‘guguklu saat’ de yok”.
Sırf erkek kahramanlar romanlarının asli unsuru diye bir yazarı eleştirmek de pek doğru bir yaklaşım değil, yazar romanının kurgusu içinde istediği cinsiyetteki karakterler ile istediği dünyayı yaratmakta özgürdür, bunu eleştiri konusu yapmak (saptama konusu yapılabilir şüphesiz) çok da anlamlı bulmadığım bir durum.
Konu bir yazarı ve bir romanı okur gözüyle incelemek, genel olarak yazarın özel olarak da romanının dilini, üslubunu değerlendirmek, romanının kurgusunu, olayların geçtiği dönemlerin ve olayların tarihsel veya toplumsal zeminlerini incelemek olunca ve de aynı zamanda yazar İhsan Oktay Anar gibi dili kendine özgü ve farklı, romanları da bilinen roman kalıplarının ve özelliklerinin dışında eserler olunca bu işin nasıl da zor ve altından kalkmanın imkansız olduğunu görüyorum. O yüzden yazıda iddiam ne bir “edebiyat eleştirisi” yapmak ne de edebi sınırlarda bir de değerlendirme yazısı yazmak , ki haddime de değil. Sade ve sıradan bir okur olarak, Anar külliyatını okuduktan sonra bu yazarın ve eserlerinin ben de oluşturduğu izlenimi, hakkında okuduklarımla birleştirip birşeyler karalamak günlüğe. Bu uzun açıklamın ardından konuya yani İhsan Oktay Anar ve romanlarına dönelim.
Postmodernist edebiyata girmek gibi bir kaygım hiç olmadı. (İhsan Oktay Anar)”.
Her ne kadar bir kısım eleştirmen ve okur Anar’ın romanlarını postmodern olarak nitelese de kendisi aynı fikirde değil. Tabi bu durum Anar’ın romanlarında postmodernist öğeler olmadığı anlamına da gelmiyor, ki romanlarında “üstkurmaca” tekniği kendini gayet açık bir şekilde belli ediyor zaten. Ve evet modernist öğelerle yazılmış metinler de değiller. Ama romanlarının tamamına bakıldığında bu kalıpsal tanımlamanın çok dar olduğu ve bu sınırlamanın anlamsız olduğu görülecektir.
Mesela kendisini nasıl tanımladığı sorusuna Cumhuriyet Gazetesi Pazar Eki’nde şu cevabı veriyor:
Kimliksiz biri olduğumu düşünüyorum. Ressam, mühendis, tarihçi kimliklerine sıkışıp kalmak istemem. Hatta yazar kimliğine de… Sadece yazıyorum o kadar. Resim yapabilir ve postra’da oynayabilirim. Borges’in söylemeye çalıştığı gibi ‘bir insan hem herkes, hem de hiçbiridir’. Ben bir ‘joker’im yani bazı iskambil oyunlarında her kartın yerine geçen bir kart gibi, kelimenin diğer anlamıyla da ‘joker’ yani ‘şaka’cıyım.” (Cumhuriyet Gazetesi, Pazar Eki, 07/01/2001)
Kendisini veya yaptığı işi herhangi başka bir işten üstün tutmayan ve yazarlığı bir çok kesim tarafından türk edebiyatı içinde şimdiye kadar görülmemiş bir farklılık ve yenilik içeren bir insanın kendi yazarlığına bu kadar mesafeli durması ve farklı bir “mütevazilik” sergilemesi, bu “popülarite merakı” çağında onu çağdaşlarından ayıran önemli bir özellik.
Okurların ve kitap meraklıların hangi kitapları okumasını önerdiği sorusuna:
Öncelikle benim kitaplarımı değil. Kemal Tahir’i, Yaşar Kemal’i, Sait Faik’i ve klasikleri okumasını tavsiye ederim” (kaynak: notos öykü, sayı 30)
İster modernist deyin, ister postmodernist, ister masal anlatıcısı, eski dil delisi deyin, ister romanlarını gerçeküstü diye niteleyin isterseniz “fantastik”, ister “tarihi romanlar” deyin romanlarına ama bir gerçek var ki bu kalıpların ötesinde farklı bir yazar ve farklı romanlarla ile karşı karşıyayız ve hem dil de hem kurgu da hem de “roman” sınırları açısından baktığımızda yeni ve daha önce görmediğimiz romanlarla karşı karşıyayız ki bu durum okur için de edebiyatımız için de gayet güzel bir durum.
Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar. Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşündüğüm bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.”
Anar gerçekten iyi bir iş çıkarmış. Kitap Türkiye’de yeni bir çığır açmış olarak kabul ediliyor. Düşünme gücünün özellikleri hakkındaki kitap, sıradan bir insan olan Uzun İhsan Efendi’nin, okumamış bir insanın, akıl yoluyla neler yapabileceğini ve düşüncelerinin sınırlarını zorlayışını anlatıyor. Düşünmek ile varolmak kavramları arasında bir bağ mı yoksa ince bir çizgi mi var, bunun sırları Puslu Kıtalar Atlası’nda.
Ayrıca kitabın içinde yer alan tüm olaylarda tarihe de bir adım daha yakından bakmış oluyorsunuz. Eski İstanbul ve Osmanlı halkı hakkında, hikayelerde yer alan dönemin şartlarına uygun tıp ve benzeri bilimlerin uygulanışı , dünyanın en eski mesleklerniden birini yapan dilenciler hakkında bir çok şey öğreniyorsunuz:)
Puslu Kıtalar Atlası, felsefeyle yeni tanışanlar için ve uykusunda da olsa yeni maceralara koşmak isteyenler için birebir.
Dünya bir düştür, ah evet dünya! dünya bir masaldır!”




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder