Cumayı Cumartesiye bağlayan gece,
kısa süren ve bölünen uykuma Charles Bukowski girdi. Sanki
hayattaymışçasına karşılıklı oturup bir şeyler içtik. O
kendine has sesi, ve olanca doğal tarzıyla konuştu. Kedilerden,
kadınlardan, alkol ve kumardan bahsettik. Bir de şiddetten.
Şiddetin gerekliliğinin zaruri olduğu hallerden. Sabah uyandığımda
sanki sigarsının dumanına maruz kalmışçasına bir nefes darlığı
vardı. Camı açtım, oturup notlar aldım. Sonunda rüyanın malum
yerimin açıkta kalmasından olduğunu düşünüp, not aldığım
defteri de kapatıp Tom Waits dinleyerek güne başlamak daha iyi
gelecek dedim. Aradan iki gün geçti. Neler yazsam diye düşünür
ve Özlem'le bunu konuşurken, Bukowski yazayım en iyisi dedim. Pis
Moruğun Notları ve Ölüler Böyle sever zaten elimin altındaydı.
Internette yabancı kaynaklara da bakarken bir şok anı yaşadım.
Bukowski'nin rüyama girdiği gece söylediği şeyler, Sean Penn'in
Eylül 1987'de Interview Dergisi için yaptığı söyleşiden
sözlere ne kadar da çok benziyordu. Herhalde biliçaltımın bir
oyunu olsa gerek dedim. Yine de o sözleri İngilizce'den çevirip
paylaşmadan duramadım. "Kedilerin arasında olmak iyidir.
Kötü hissettiğinde kendini, kedilere bakar ve çok daha iyi
hissedersin, çünkü onlar her şeyin olması gerektiği gibi
olduğunu bilir; öyle fazla heyecanlanmak ya da üzülmek için bir
neden yok. Kediler bunu bilir. Kurtarıcıdır kediler."
Bukowski kendini kitaplarından birinde
şöyle tanımlar; “Beni tanıyan herkesin size söyleyeceği gibi,
makbul bir adam değilim ben. Kötü adamı sevdim ben, kanunsuzu,
hergeleyi. İyi işleri olan sinekkaydı tıraşlı, kravatlı
adamlardan hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim, düşleri kırık,
usları kırık, yolları kırık adamları.”
Los Angeles şehrinin kenar
mahallerinde büyüyen, içine kapanık, utangaç genç, iki yıllık
gazetecilik ve yazarlık eğitiminden sonra New York’ta tutunmaya
çalışır. Yazar olma hayallerinin kolay kolay gerçekleşemeyeceğini
zor yoldan öğrenen Charles, yeniden Batı’ya döner ve içkinin
merhametine sığınır. On yıl sonra ölümcül bir mide kanaması
geçirince içkinin bir melek, bir kurtarıcı olmadığını
anlayacak, ancak bağımlılığı devam edecektir. Bukowski bulaşık
yıkar, kamyon sürer, bekçilik yapar, fabrikalarda, mezbahalarda
çalışır. Mutsuzluğunu, umutsuzluğunu, kazan-dığı her kuruşu
barlarda içkiye harcayarak unutmaya çalışır. Sonra nispeten daha
düzenli bir iş bulur, postacı olur. Yine de işinden nefret eder,
istifa eder.
“Kimi zaman yataktan kalkar ve bu
kez başaramayacağım diye düşünür, fakat geçmişte kaç kez
böyle hissettiğinizi hatırlar, içten içe de gülümsersiniz.”
Gençliğinde yaşadıkları ona
sokağın dilini öğretmişti. Her gördüğünü sansürsüz yazma
yetisine sahipti. Okurlarını müstehcenlikle, argoyla, boş
vermişlikle baştan çıkarabiliyordu. Bir keresinde Bukowski’nin
dili şöyle tanımlanmıştı: “Pek az ince işçilik, tek tük
seçme söz, karakterinden kopup gelen zalim bir dürüstlük.”
Gerçek anlamda yazarlığa ilk
adımlarını elli yaşında, Black Sparrow dergisinden aldığı
birkaç yüz dolarla başlayan Bukowski’nin ilk romanı tam on yıl
sonra Post Office – Postacı (1971) adıyla yayınlanır. Bu eseri
sırasıyla Factatum (1975), Women – Kadınlar (1978), Ham on Rye –
Ekmek Arası (1982), Hollywood (1989) ve Pulp (1994) takip eder. Tüm
eserleri Türkçeye çevrilmiştir.
“Demokrasilerde önce oyunuzu
kullanırsınız sonra emrederler, diktatörlükte oy kullanmanıza
gerek kalmaz.”
Söyleşi yaparken kendini sıkışmış
hissettiğini vurgulayan Bukowski, “Utanıyorum, bu nedenle kimi
zaman da yalan söylüyorum. ” der bir keresinde. Şiirlerini nasıl
yazdığını soranlara ise “daima sarhoş kafayla” diye
cevap verir.
“İki nokta arasındaki en kısa
mesafe çoğu zaman çekilmezdir.”
Şiirlerinde, öykülerinde,
romanlarında daima kural tanımazlığı, boş vermişliği, şiddeti
ön plana çıkaran, aylakları, kaybedenleri sürekli kutsayan
Bukowski’nin gerçekte yaşamı boyunca en çok eser veren
yazarlardan, şairlerden biri olması ve kendini insanüstü
disiplinli, titiz ve özverili bir çalışmayla işine vakfetmesi
adeta ironik bir tablo oluşturur.
Binlerce şiir, yüzlerce öykü ve
altı roman sahibi Bukowski yaşamı boyunca kurulu düzene, beyaz
yakalılara, iş hayatının bencil uygulamalarına karşı durduktan
sonra, adına kurulan internet sitesi gerçek bir pazarlama makinesi
gibi çalışmaya başlar. Gelecekte her söylediğinin, her
yazdığının paraya çevrildiği bir sanal marketin satış ikonu,
markası haline geleceğini bilseydi, yıllarını barlarda
sabahlayarak geçiren genç Charles acaba ne hissederdi?
“Dünyanın asıl sorunu, akıllı
insanlar şüphe duyarken aptalların son derece kendinden emin
olabilmesidir.”
Bukowski çağdaşı yazarların hemen
hepsini bir biçimde etkilemişti. Etki sözcüğünü en geniş
anlamıyla kullanıyorum. En kolay etkilenen şairler asla kenar
mahallelerde yaşamamış, kötü işlerde çalışmamış genç
çocuklardı. Bunlar birden Charles Bukowski gibi içmeye ve yazmaya
çalışıyorlardı. Eminim Bukowski kendisi gibi olmaya, içmeye ve
yazmaya çalışan bir çok kayıp genç şairi görmekten üzüntü
duymuştur. Bu tıpkı kendi sesinin kötü yankılarını duymak
gibidir. Charles Bukowski yazın dünyasında büyük bir karanlık
güç, kara bir yanardağdı. Ve, öldüğünde o dünyada kocaman ve
doldurulması güç bir boşluk bıraktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder